Herkes gittiğinde evin içinde bir sessizlik kaldı. Ne gürültülüydü, ne de huzurlu. Sadece gerçekti. Bir şeylerin bittiğini, bazı şeylerin aslında hiç başlamadığını fark ettiren türden bir sessizlik. İdil o akşam çantasını bir kenara bıraktı, montunu çıkarıp koltuğa çökmedi… Yavaşça aynanın karşısına geçti. Uzun süredir kendine bu kadar yakından bakmamıştı. Göz altlarındaki morluklar, çatık kaşları, dudaklarındaki kuruluk… Zaman en çok yüzü çiziyordu, ruhu ise çoktan yırtılmıştı zaten. Yıllarca birilerini mutlu etmek için kendini yormuştu. “Ben iyiyim” demeye o kadar alışmıştı ki, gerçekten iyi olup olmadığını unutmuştu. Birinin ağladığında yanında olmuştu. Sevdiğinde sonsuz vermişti. Kırıldığında bile gülümsemişti. Ama sonra… Kimse onun ağladığını fark etmedi. Kimse onun içten içe tükenişine şahit olmadı. Çünkü kendini hep perdeleyen yine kendisiydi. Aynaya bakarken içinden bir cümle geçti: “Meğer benmişim… Yaralı olan da benmişim, yok sayılan da, eksilen de…” Ve belki de en acısı… “Beni en çok ben ihmal etmişim.” O gece, ilk kez kendine sarıldı. Kimseyle paylaşmadı bunu. Ama ertesi gün bir şeyler değişti. Saçlarını topladı, gözlerini biraz daha açık tuttu. Daha yavaş konuştu ama daha dikkatle dinledi. Çünkü artık kendini unutmamaya söz vermişti. Ve bazı sözler sessiz edilir ama bütün ömrü değiştirir.