Kapının önünde dakikalardır bekliyordu. Elinde bir çiçek vardı; ezilmiş, yorgun, solgun. Tıpkı içinde taşıdığı hisler gibi. Bundan tam üç yıl önce, aynı kapının önünde bağırmıştı ona. Bir anlık öfke, bir anlık gurur… ve bir ömür sürecek pişmanlık başlamıştı o gün. Mert o sabah uyandığında yine onun rüyasından uyanmıştı. Sanki hâlâ oradaymış gibi, sanki hâlâ ona “kahveni nasıl alırsın?” diye soracakmış gibi… Ama artık hiçbir soru cevap bulmuyordu. Ve o kahve, hep yarım kalıyordu. Azap böyle bir şeydi işte. Ne tam unutabiliyorsun, ne de yeniden başlayabiliyorsun. Bir limanda bekliyormuş gibi hissediyordu kendini. Ne gemi geliyor, ne hava açıyor. Beklemenin azabında, geçen her gün biraz daha tükeniyordu. İçinden “bir şans daha verse” demek geldi. Ama sonra düşündü: Şans istemek için çok geç, çünkü insan en çok kendine şans vermeyi unutuyordu. Ve bazı yanlışlar sadece kalpte değil, ömürde de iz bırakıyordu. Kapıyı çalmadı o gün. Azabıyla birlikte döndü. Bazı hatalar affedilmezdi. Ve en affetmeyen, bazen sevdiğinden önce insanın kendi kalbiydi.