Telefonu sessize aldı. Perdeleri kapadı. Işığı yakmadı. Yatağa değil, zemine uzandı. Çünkü bazen insan o kadar düşer ki, yatak bile fazla gelir. İçinden “biraz daha uyusam geçer” dedi. Ama geçmiyordu. Hiçbir sabah, geceden daha aydınlık olmuyordu artık. Emir üç gündür kimseyle konuşmamıştı. Ne ailesi aradı, ne arkadaşları. Ama asıl sessizlik, dışarıda değil, içindeydi. Kalbinin duvarları yankı bile yapmıyordu artık. Dipteydi. Yani herkesin kaçtığı yerde. Bir ara saate baktı. Saat 04.17. O saatte çalan hiçbir alarm yoktu ama içindeki çığlık onu yine uyandırmıştı. Bir an gözlerini tavana dikti. Ve ilk defa kendine şu soruyu sordu: “Buradan nasıl çıkacağım?” Ve sonra fark etti… Aslında kimse onu itmemişti oraya. Kimse de çekip çıkaramayacaktı. Çünkü bazı yerlerden yalnızca insan kendi adımıyla çıkabilirdi. O gece uzun sürdü. Kafasında dönüp duran onlarca düşünce, susturulmak yerine ilk kez dinlendi. Yüzleşti. Kabul etti. Ağladı. Ama sabah olduğunda… Perdeyi azıcık araladı. Bir ışık süzüldü içeriye. Ve ilk kez, içinden usulca şu cümle geçti: “Belki henüz iyi değilim… Ama sanırım buradan çıkabilirim.” Dip, son değilmiş. Sadece yeniden başlamak için gereken sessizlikmiş. Ve bazen en büyük güç, yere en yakın yerden doğarmış.