Bir masada oturuyorlardı. Aralarında ne bir öfke, ne bir gözyaşı… Sadece sessizlik vardı. Ama en tehlikelisi de buydu zaten. Bazen bağırmak, sessiz kalmaktan daha çok sevgi taşır. Masanın ortasında iki kahve soğumuştu. Birlikte geçirilen dört yılın son kahveleriydi belki de. Ama ikisi de farkında değildi sonun ne zaman geldiğinin. Çünkü bazı bitişler, bir kavga gibi gelmez… Sinsice sessizlikle yerleşir insanın içine. Bir ara göz göze geldiler. Sude derin bir nefes aldı. “Biz nerede koptuk?” dedi. Ali cevap vermedi. Ama içinden geçirdiği şey tam da şuydu: “Sen kopmadın, biz birlikte unuttuk birbirimizi.” Birbirlerine ait hissettikleri ne varsa zamanla sıradan olmuştu. Sabah mesajları gecikmişti. Özlemek, “yoğundum” bahanesine kurban gitmişti. Sarılmaların süresi kısalmıştı. Bakışların içi boşalmıştı. Ama hangimiz suçluyduk? O mu eksildi önce, ben mi vazgeçtim çabalamaktan? Hangimiz daha önce unuttu sevmenin ağırlığını? Hangimiz “alışkanlık” dedi buna önce? Hangimiz daha az sevilmeye razı oldu? Hangimiz ilk içinden “bitiyor galiba” dedi? Cevabı yoktu. Çünkü ikisi de yavaş yavaş, sessizce gitmişti ilişkiden. Ve bazen, en çok bağıran değil… En sessiz giden kazanıyordu. Masadan kalktılar. Ne bir sarılma, ne bir gözyaşı. Sadece bir “kendine iyi bak.” Ve o an, ikisi de aynı anda düşündü: “Hangimiz daha çok yaralandı, bilmiyorum… Ama sanırım ikimiz de iyileşemeyeceğiz bir süre.”