İçimizdeki mahkeme, ne kadar da duygu yoğunluğu içeren bir betimleme ne kadar da insanlığın bedenimizde bulduğu vicdan kapısı.
Her insan bir mahkeme salonu taşır kendi içinde; her mahkeme salonu bir dava, her dava bir kişi. Yüzyıllardan bu yana gelen bu salonlarda kaç kişi yargılanmıştır acaba? Kaç af çıkmış, kaç idam olmuş, kaç firar yaşanmıştır? Hangi duygular yer bulmuştur bu salonda? Nasıl aşklar bitmiş nasıl aşklar filizlenmiştir? Hangi mutluluklar yaşanmış hangi acılar varlığını kabul ettirircesine içimizi yakmıştır?
Her insanın içinde fark edilmeyen bu adaletin olması ne tuhaftır. Acaba biz; insanları, olayları, yaşadıklarımızı yargılama işini nasıl öğrenmiştik? Bazen oturup derin düşüncelere atıyorum kendimi. Bize nasıl bir dokunuş yapılmıştı ki biz bu hale gelmiştik? Robot olmaktan çıkıp nasıl hisseden bir varlığa dönüşmüştük? Bedenimizde bir ruhumuz olmasaydı bir deri yığınından başka ne olurduk ki? Mesela fiilde ağlamak kolaydır. Bir mekanizma da bunu yapar. Ama insan düşünerek ağlar, içi yana yana ağlar. Ya da gülmek biraz tebessüm ister öyle değil mi? Ama içinin içine sığmadığı o anı bir makine yaşayamaz. Bunu sağlayan bizim hisseden bir varlık oluşumuzdan gelir sanırım.
Herkesin kolay kolay tanıyamadığı ya da keşfedemediği bu gizli salonu bulmak zor iştir. Bulduktan sonra ise iş daha da zorlaşır. Çünkü artık yargıladığın kişilerin nerde tutulduğunu ve nereye gideceğini biliyorsundur. Kararların nerede verildiği bellidir nerede sonlanacağı da. Bazı olaylar beyinde, bazıları kalpte yargılanır. Bu da biraz insanın içinde bulunduğu olayla ilgilidir. Peki şimdi soru sormak istiyorum. Hem beyninizi hem de kalbimizi birlikte kullanmamız gereken bir durumda ne yaparız? Aslında, eğer ikisi de aynı şeyi söylüyorsa cevap basit. Öyle değil mi? İş ikisi de farklı şeyi söylüyorsa kopar zaten. Gerisi de hangi hâkimi seçeceğimize göre sonuçlanır. Bu da biraz insanın hangi tarafa meyilli olduğuna bağlıdır. Seçilmeyen taraf beynimiz ise zihnimizi alıkoyar, hayatımızın akışını engeller, yanlış kararlar üzerine yanlış kararlar beğendirir; seçilmeyen taraf kalp ise de yaşayışımızı durdurur ve hayat zevkimizi köreltir. Çünkü ikisi de senelerdir bir yarış içindedir. Aslında onları bu duruma sürükleyen insanın ta kendisidir. Söyler misiniz bana kim duymadı ki senelerden bu yana gelen kalp ile beynin savaşını? Oysa ikisi de ne kutsal şeydir.
İnsan yavaş yavaş öğrenir hakimlik işini. Çünkü insanları doğru yargılamak tecrübe gerektirir. Yaş ister. Bir yerde okumuştum ‘’Yaşam örgüye benzer; örmeye önden başlarsın bu sana mutluluk verir ama daha çok bilgi ve tecrübe örgünün arkasına geçtiğin zaman ördüğün örgülerin işeyişini gördüğün an, yani yaşlandığın andır” diyordu. Haklı bir tasvir değil mi?
Birçok soru geliyor aklıma bu safhada. Hepsini sormak ve vaktinizi almak istemem. O yüzden sadece bir tanesini soracağım. Gün gelir de içimizdeki mahkeme yanlış bir karar verirse ne olur? İçimizde oluşan bu açığı nasıl kapatacağızdır? İşte o zaman da vicdan devreye girer. Beynin ve kalbin savaşından ortaya çıkan yanlış kararların; her insanda bulunan, doğuşumuzdan gelen, içgüdüsel benlik olan vicdan tarafından sorgulanması başlar. İnsan yanlış karar verdiğini vicdanıyla anlar. İnsan; bu karmaşa dolu dünya içerisinde, körelmiş olan doğruyu seçme kabiliyetini ruhunun derinliklerinde olan vicdanı ile sağlar. Ne dedi Sokrates ‘İnsan bilerek hata yapmaz.’.
İnsan hayatı boyunca pek çok kişiyi yargılar. Aslında emin değilim burada yargılamak kelimesini kullanmaktan. Yargılamak ağır bir güçtür çünkü. Ama doğru söylemek gerekirse içimizdeki yargı mekanizması da o kadar basit değildir. Kendi mahkememizde, gerçek yargı tanımından biraz daha dar kalıplı olan yargılamak kelimesiyle devam edecek olursak doğru yolu bulmuş oluruz bence.
Dayanamıyorum ve bir soru daha soruyorum. Peki ya gün gelir ve yargılanacak kişi farklı bir kişi olursa. Tahmin dahi edemeyeceğimiz bir kişi çıkarsa o salona, mesela kendimiz yargılanacaksak o salonda hakim kim olacaktır? Adalet sağlanabilecek midir o salonda? Bir saygı ortamı kurulabilecek midir? Bu yazı sadece bir ayna. Ötesi yok. Gerçek olan kalplerde yargılanan kendimizin varlığı. Bu his benim için sadece yaşanır bir duygu, anlatabileceğimi sanmıyorum. Günümüzde yaşayan bir Nazım olsaydı anlatırdı sizlere. Hayatı boyunca mahkemeden mahkemeye sürüklenmiş bir adamın içinde kendisinin yargılandığı bir mahkemeyi kim tarif edebilir ki ondan başka? Üstelik konu canından çok sevdiği vatanıysa. Dışarıda yaşadıklarının aksine içindeki mahkeme, onun her daim bembeyaz bir kuş gibi özgürce uçmasına izin veriyor muydu acaba?
EN MÜKEMMEL ADALET, İNSANIN KENDİ VİCDANIDIR
VICTOR HUGO