Bir sabah, perdelerden içeri sızan solgun ışıkla uyandı. Şehir uyanmadan uyanmayı seviyordu. Sessizlik, onun en eski arkadaşıydı. Mutfakta kendine bir portakal suyu sıktı her sabah yaptığı gibi. Küçük bir alışkanlık ama büyük bir bağ gibi; sanki bu rutin, onu hayatta tutan ince bir ipti.
“Bir Sabahın Reçetesi,” dedi içinden, bardaktan bir yudum alırken.
“Unutmak için değil, hatırlamaya cesaret bulmak için.”
Masanın üstünde dağınık duran yazılarına göz attı. Eski defterleri karıştırırken, sayfaların arasında sararmış bir kâğıt çıktı. Üzerinde titrek bir el yazısıyla sadece şu yazıyordu:
“Kendime Mektuplar.”
Satır satır okurken, her kelime bir yara gibi açıldı yeniden. O günkü Fatih’le bugünkü Fatih arasında kaç tren, kaç mevsim, kaç susuş vardı? Bir zamanlar yalnızca yazarken kendine dürüst olabiliyordu. Şimdi bir adım ileri gidip, ikinci bir mektup yazmıştı:
“Kendime Mektuplar II” artık daha güçlüydü, ama hâlâ eksikti.
“Anlam Kaymalarına Müdahale” adını verdiği bir başka yazısını da buldu aralarda. Hayatın içinde kaybolan kelimeleri toplamaya çalıştığı bir metin. Anlamı kaçan bir bakış gibi, söylenmemiş sözler gibi.
“Bir şeyin anlamı, bazen onu yazdığında değil, yıllar sonra okuduğunda ortaya çıkar,” diye düşündü.
Sokağa çıktı. Hava soğuk ama baharın kokusu vardı havada. Köşedeki ağacın ucunda tomurcuklanmış bir dal dikkatini çekti. Küçücük bir şeydi ama umut vericiydi.
“Bahar Goncası,” diye geçirdi içinden.
İnsan bazen yeniden başlamak için sadece minik bir işarete ihtiyaç duyuyordu.
Trene doğru yürürken, vitrinde kristal tabakaların dizildiği bir antikacıya takıldı gözü. Işık tabakaların üstünde kırılıp yansıyor, zarif bir ışıltı yaratıyordu.
“Kristal Tabakalar… Ne kadar hassas, ne kadar güzel.”
Kendi ruhunu gördü o camlarda. Kırılgandı, ama hâlâ parlıyordu.
Tren garında beklerken karşı kaldırımda otostop çeken bir genç dikkatini çekti. Parmak havada, çantası omzunda, gözlerinde uzaklara dair bir özlem…
“Otostop Parmağı,” diye düşündü,
“Belki de hepimiz bir yerlere varmak istiyoruz ama önce biri durmalı.”
Banliyö treni geldi. İçeri girip pencere kenarına oturdu. Camdan dışarı bakarken şehir geride kalıyor, yerini yeşile, sessizliğe ve bilinmeyene bırakıyordu. Bu tren, onun için sadece ulaşım aracı değil, aynı zamanda bir geçiş kapısıydı.
Karşı koltuk boştu. Boşluk her zaman doluydu onun için. Bir an gözleri doldu. O koltukta bir zamanlar biri oturmuştu. Gülmüştü, susmuştu, sonra kalkmıştı ve gitmişti.
“Yarım Kalan Şarap” misali bir hikâyeydi onlarınki. Güzel başlamış, yarım kalmıştı.
Tren, yavaşça ilerlerken defterini açtı. Yazmaya başladı. Bu kez başkaları okusun diye değil, kendini daha iyi duymak için. Her başlık birer istasyondu; geçip gittiği ama izi kalan.
Ve yazdı:
“Belki de biz, her gün biraz daha kendimize dönen yolcularız. Aynı tren, farklı duraklar. Ama hep aynı kalp çarpıntısı…”