Unutmak kolay olsaydı, insan kalbini yanına almazdı mezara kadar. Ama kalp inatçıydı… Tıpkı Ayla gibi. Üzerinden iki yıl geçmişti. İki yıl boyunca her sabah gözlerini açtığında önce ismini unuttuğunu sandı. Ama sonra… o boğazda düğümlenen boşluk hatırlattı her şeyi. Unutmak, silmek değildi. Unutmak, bir ismi her duyuşta gözlerini kaçırmak demekti. Unutmak, bir şarkının ortasında sesi kısmak, bir mekânın önünden hızla yürümekti. Ayla, defalarca yaktı onunla ilgili ne varsa. Fotoğraflar, mesajlar, hatta ona yazdığı ama asla göndermediği o uzun mektup… Hepsi yandı. Ama işte bir şeyi atladı: Anılar yanmıyordu. Kokusunu hâlâ rüzgarda duyuyordu. Sesini bazen başka birinin gülüşünde. Ve bazı geceler, uykusuzluğun içinde, onun adını bir dua gibi fısıldıyordu kendine. Bir gün, Ayla kalabalık bir caddede yürürken, karşıdan gelen kalabalığın içinde bir silüet gördü. Bir an durdu. Gözleri doldu. Adımlarını yavaşlattı… ama sonra başını eğdi, yürümeye devam etti. Çünkü artık anlamıştı: Unutmak, silmek değilmiş. Unutmak, karşılaşınca geri dönmemekmiş. Yine de… bazen içinden hâlâ geçiyordu şu cümle: “Seninle olmamak tamam da, seni unutmak hâlâ biraz fazla geliyor kalbime.”