Her sabah aynı ritüel. Aynı kahve, aynı pencere, aynı boş sandalye. Elif artık yorulmuştu. Ama bunu kimse bilmiyordu. Kalabalıklar içinde gülümseyen yüzüyle, güçlü duruşuyla tanırlardı onu. Ama geceleri, kendi yastığında kendine itiraf edemediği bir yorgunluk vardı. Sevilmemekten değil… Sürekli vermekten, sürekli anlayış göstermekten, sürekli “önemli değil” demekten yorulmuştu. Bir ilişkinin tek taşıyıcısı olmak, sandığından da ağırmış. Sevgi, iki kişi arasında kurulan bir köprüydü ama o hep tek başına tuğla taşımıştı. Yorulmuştu, ama kimse duymamıştı bunu. Bir akşam, karşısındaki koltukta oturan adama baktı uzun uzun. “Ben çok mu değiştim?” dedi adam. Elif hafifçe başını iki yana salladı. “Sen değişmedin… Ben seni seve seve eski benliğimi yitirdim sadece.” İçindeki sessizlik o kadar gürültülüydü ki… Cümleye gerek yoktu aslında. Ama o gece söylemeliydi. “Yorma artık beni,” dedi, gözleri yere düşmeden. “Senin uğruna kendimden vazgeçtiğim her an, biraz daha eksildim. Bunu fark etmemen bile yeterince yordu beni.” Adam sustu. Çünkü söyleyecek bir şey yoktu. Elif o gece çantasını alıp çıkmadı. Ama kalbinden çoktan gitmişti. Ve bazen en büyük gidiş, kapıyı çarparak değil; içinden sessizce çıkıp gitmektir.