sen kimsin diye sordum. adımı mı merak ediyorsun dedi, hayır dedim, adının çok bir değişeni olamaz, sanırım sen Ayşe değilsindir. evet dedi Ayşe değilim neyi merak ediyorsun dedi, neden burada olduğunu ve benim masama ne diye oturdun üstelik sosyal mesafe ve biyolojik yapıyı göz önüne alırsak götüm götüm oturmaları bırakmış olmamız gerektiği kanısındayım. 59’a tabiyim dedi, Tekirdağlısın dedim, alakası yok dedi, kural 59’a tabiiyim. barda düşene gülünmez, sen götürmene bak. ve ekledi, geçen ay neden yazmadın?
bir süredir dışarı çıkmıyordum dedim. Sosyapatsın sanırım dedi, insan bir aydır dışarı çıkmaz mı? o anlamda değil dedim, bi aydır kafamı kurcalayan bir şeyler var virüs ile alakalı değil sadece, daha derin şeyler, güldü, bi sigara istedi, kullanmıyorum dedim, ağızda bıraktığı kokuyu sevmiyorum. ”senle sevişilmez” bakışı attı ve bunu ona söyledim, güldü, nerden anladın dedi, o bakışa maruz kaldıktan sonra özgüvenim daha çok kendine geliyor ve iş arkadaşı olarak görüyorum insanları dedim. Ne iş yapıyorsun dedi, sosyopatım dedim, gülüştük, tanıştık, sonra saat 10 yasağına tabii olduğumuz için kalktık. İnsanların kendine değer vermeyişini kutlamak üzere bana geçtik ve sonra sabah olması için iki kadeh dua ettik. Neden kalktın dedi, yıllardır biriyle uyumaya alışık değilim dedim. onu bunu bırak da hikayeni anlat diye ekledim. beni bırak, senin hikayen ne dedi.. iki damla gözyaşı ekleyerek başlasam sorun olmaz ve sonunda sarılmak olmayacak bu konuda anlaşalım dedim, kabul etti;
çok sevdim dedim, ondam sonrasını sevmeyecek kadar çok sevdim, sonra ondan sonrasını da sevdim, ama bi o etmedi, insan zamanı geriye alsa sadece ve sadece arabanın içinde yaptığım o ayrılık konuşması saatine yani 15 ağustos ikibinonbeşe’e gitmek isterdim, arabanın arkasında oturuyor, dizine uzanıyorum, bitmesin diye ağlıyor ve ben bundan etkilenmeyecek şekilde klasik konuşmayı yapıyorum, sen daha iyilerine layıksın, şimdi ben olmayacağım ama bi gün bi yerde daha kıymetli insanlar olacak diyorum, ağlıyor ve ben yani duygusuz, doyumsuzluğumun açacağı baharı bekliyor gibi saat gelsin, evine bırakıp özgürlüğüme koşacağım anı bekliyorum.. hikaye dikkatini çekmiş olmalı ki yataktan kalktı, sarılmama konusunu göz önünde bulundurarak bada doğru yöneldi, sonra dedi? Sonrası paramparça yalnızlık işte dedim. acıyarak baktı hissettim. hislerim böyle acıları hissetmek için yaratılmış sanki devam ettim;
onu bir daha ikibinonyedi’de gördüm dedim, bir ağustos akşamı kapısına dayandım,in aşağı konuşacaklarımız var dedim, istemiyorum dedi, in aşağı, sadece konuşacağız dedim, tekrarladı istemiyorum! aşağı inmezsen ben yukarı çıkarım dedim, burada değilim dedi, neredesin dedim, seni ilgilendirmez dedi, nerede olduğunu tekrarlattım tekrar seni ilgilendirmez dedi, yukarı çıkıyorum dedim, kendimden emin bi üslupla, Kıyıköy’deyim dedi, geliyorum dedim. hayır dedi gelmiyorsun, hikayeyi bölük pörçük anlatıyorum ama kafan karışmasın aslında biz kıyıköyde ayrılmıştık, ayrılık konuşması harici. arabaya atladım, bizim çocukları aradım, kıyıköye gidiyoruz dedim, ne olduğunu bile anlamadan ikna çabaları harici kendimizi yolda bulduk, ben kapısına dayanmadan önce zaten bi otuzbeşlik üstüne iki bira içmiştim, yola çıkarken arabanın konsolos köpeği koltuğuna geçip anahtarı verdim, en yakın tekelde durduk ve kişi başı beşer taneden 15 bira aldık. bizim oralardan kıyıköy kırk kilometre falan.. yol bitmeden biralar bitti, manastırın oraya geldik, orman sınırı falan döndüm aradım, ben geldim dedim, manastırın oraya gel, gelmeyeceğim dedi, geldim dedim, ormanın içine kamp alanına girmeyeyim, gel sadece konuşacağız, gelmeyeceğim dedi, bekliyorum dedim telefonu yüzüme kapattı.. aradan beş dakika geçti geçmedi çıka’geldi. yanıma doğru gelirken gözlerim doldu, yanıma geldi, hiç bir şey söyemedi ve ben onun hiçbirşey söylemeyişine başladım ağlamaya.. ben ağladıkça onun da gözleri doldu sonra o da ağlamaya başladı, sarıldık, yolun kenarına oturduk ağladık, böyle bi uzun uzadıya ağladık. bi ara toparlarlar gibi olduk, ayağa kalktık, bi daha sarıldık ve tekrar ağladık.. sonra zaman dolmuş olmalı ki sarılmamız ve ağlamamız bi anda kendini sokağın ortasına bıraktı, arkasını döndü, aslında konuşacaktık ama ağlamaktan fırsat bulamadığımız için olacak ki hiç bir kelime etmedik birbirimize, yürümeye başladı, masmavi gözünde yaşlar, biraz dağılmış ev topuzu sarı saçlar ormanın içinden kamp alanına doğru uzaklaştı.
bu kadar mı dedi? daha ne bekliyorsun dedim, barışmış olmanızı dedi, yok dedim, ben o günün sabahı nişanlanacağını öğrenip bi otuzbeşlik üstü iki bira içtim. hadi ya dedi, öyle işte dedim, çok üzüldüm dedi, yine o acımaklı bakışı attı, rahatsız olduğumu dile getirdim. sarılacaktı, kuralı baştan koyduk dedim. bi bira açtı ve sonra sevdiğini söyledin en başında dedi, evet dedim, o da başka hikaye. anlatır mısın dedi, bunun için tekele gitmemiz ya da akşam tekrar görüşmemiz gerekecek dedim, beklerim dedi, bidaha ne zaman karşılaşırız belli olmaz dedim, sen de haklısın dedi, üstelik en çok ben haklıyım ve hata yapmama payı bırakmak istemiyorum bu hayatta.
”senin omuzların çok dolmuş, yük binmiş, taşımana yardımcı olacak birine ihtiyacın var dedi, gözgöze geldik, tabiiki ben değilim, bunu anladım dedi, başka hikayede görüşmek üzere adı ayşe olmayan kadın dedim, güldü, taksi gelmek üzere dedi ve çıktı.
”adı ayşe olmayan kadın”
Kutay YÜCELEN