Herkesin beni anlamadığını düşündüğüm vakitlerden birinde başkalarına göre anlamsız, var olma sebeplerini araştırmaktan öteye geçemeyen sözde akıllı özde akıl yoksunu olan onların yanına gitmeye karar verdim. Konuşmalıydık ve ben de bulabilmeliydim varlığın varlık olma sebebini. Varlık hakikaten var mıydı, ne şekilde dururdu dünyada? Varlığın bir görünürlüğü var mıydı, biz sahiden var mıydık? Düşünmeyen insan var olabilir miydi? Tek çıkmamalıydım bu yolculuğa, bir yolculuğa tek başına çıkmak demek; yolun kendisi olmaktan öteye geçememek demekti neticede. Ben de yanıma bir dostumu almalıydım; anlamasa da, anlıyormuş gibi yapabilen bir dostumu… Dostluk kavramında rol kesmek bazı durumlarda sevaptı, neticede yalnız olmadığını hisseder, yalnızlığı aklınca kıskandırdığını sanırdı insan… Gülümsüyordum. Gülümseyebilmek var olduğumun bir kanıtı mıydı, yoksa rüyalarımın “Haydi kalk gün aydı” deme vakti gelmemiş miydi daha? Beni anlamasa da anlarmış gibi yapabileceğini düşündüğüm dostlarıma sordum, teklif ettim, hiçbiri benimle gelip bu kafa karışıklıklarının çözümsüz çözümlülüğüne ulaşmak istemedi. İyi gün dostu ile kötü gün dostu böyle kritik anlarda hep yer değiştirirdi belli ki. Mademki onlardan benimle gelmeyi kabul eden birileri yoktu, öyleyse gideceğim yolda yolun kendisi olmayı seçmemem için bir neden yaratacağım biri olmalıydı benimle. Herkes dediğimiz kimseler aslında hiç kimselerdi. Üç beş tane her şey biriktirirdik biz hayatımızda. Bu en çok ailemiz, sonra belki sevdiceğimiz, belki de dostun hayırlısına denk geldiğimiz bir dostumuz olurdu bazen. Diğer herkes her zaman hiç kimseydi. Hiç’e de değer yüklüyordu bazen insanlar; hiç’in de içine bir şeyler katabiliyorlardı. Hiç’e acımak gibiydi bu. Ben bu kez hiç’e acımayacaktım. Dört unsurla ve benim de her daim var olma sebeplerimizin yokluklara karışıyor olma çelişkisinin içerisine attığım sevgi ile nefreti birleştiren kişi gelmeliydi benimle. Razı olacaktı, bu yolculukta beni yalnız bırakmayacağına emin olduğum tek kişinin razı olmak istediklerimin suallerini soracağım kişilerden biri olması da çok garipti.
“Bence yol boyunca bana sorman gerekenleri sormalı ve yolun sonuna varmadan dönmeyi seçenlerden olmalısın.”
“Nedenmiş o? Belki benim de sormak istediklerim yerine, söylediklerim saklıdır dilimde. Yolun sonunu getirmeden dönmeyeceğim.”
Cevabıma karşılık gülümsüyordu Empedokles.
“Neden gülümsediğini öğrenebilir miyim?”
“Ben de senin bizimle alıp veremediğinin ne olduğunu öğrenebilir miyim?”
Sorulara sorularla karşılık verip kafa karıştırmak filozofların işlerinden birisiydi tabii ki de.
“Şimdi bunları geçelim de, bizi kimler bekliyor yolculuğumuzda?”
“Hiçbir sorunun cevabı es geçilmez küçük hanım. Etin ne, budun ne bize kafa tutuyorsun.”
Başımı önüme eğip gölgemin yoldaşlığını izledim bir süre. Başım önümdeyken gölgem iki büklüm duruyor, fark edilmeyenler kervanına katılıyordu. Demek ki bu yüzden herkese görünmüyordum ben. Kendi varlığının yükü altında ezilmeyi kendisine reva gören biri herkes tarafından görünebilir miydi, görünse bile ne değişirdi?
“Haydi, birbirimize karşı dürüst olalım genç bayan. Aslında kendinden ama bahaneler durağında bekleyip bizden istediğin şey nedir?”
Başımı gölgemin telaşından kaldırarak Empedokles’in gözlerinin içine baktım. Sağ gözüm, sol gözümden daha hızlı dolmuştu gözyaşlarımla. Buğulu bir camı anımsatıyordu şimdi gözlerim; yağmurun yağıp yağmama kararsızlığının hatırşinas şemsiyesi gibiydim. Derin bir nefes alıp bu kez sualine karşılık vermem gerektiğini düşünerek cevabımın suçlu psikolojisinden sıyrılıp ayağa kalkmasına yardımcı oldum.
“Ben, nedenimi öğrenmek istiyorum…”
“Nedenin, nedenin derken yani?”
“Sen, evrenin dört unsurdan meydana geldiğini, Herakleitos’un ateşini, Thales’in suyunu, Anaksimenes’in havasını alıp üstüne bir de kendince toprağı ekleyip, bunların oluşlarının sevgi ve nefrete dayalı olduğunu söylemiş insansın. Her biriniz evrenin ilk nedeninin bir şeyler olduğunu söylemişsiniz, hepiniz nedenlerin silahını kendinize değil; dünyaya doğrultmuşsunuz, düşünmüşsünüz. Ben, evrenin değil; kendimin, kendi nedenimin ne olduğunu bilmek istiyorum.”
Empedokles birdenbire yolculuğumuzun sessiz tanıklarına ulaştırdı beni. Şaşkındım. Onun cevap vermesini beklerken karşımda Anaksimandros’u, Anaksimenes’i, Thales’i, Pitagoras’ı , Platon’u, Herakleitos’u, hatta ve hatta Demokritos’u görüyordum.
“Aristoteles nerede bu arada? Şey… Yani, ben hep onu da görmeyi istemiştim de.”
Soruma Platon cevap veriyordu.
“Aristo yaşam nedeninin ne olduğunu bilmeyen insanlarla işinin olmadığını söyleyerek sen gidinceye kadar mekânımıza uğramayacağını söyledi.”
“Ha ha! Aman canım, gelmiyorsa gelmesin, kendini bir şey sanıyor.”
“Hayır, bunda yanılıyorsun genç bayan. Aristo hiçbir zaman kendini bir şey sanmaz, o hep tevazu gösterir her konuda; bildiği tek bir şey vardır, o da hiçbir şey bilmediği…”
“Siz birbirinizin avukatlığını yapıyorsunuz sanırım?”
“Hayır, biz biz olmak hakkımızı kullanıyoruz sadece.”
Platon yanıtlarıyla beni dumura uğratırken Demokritos kâğıda bir şeyler yazıyordu.
“Ne yapıyor o?”
Yanına yanaştığımda kâğıda kocaman harflerle “Atom” yazıyordu.
“Delirmiş bunlar… Üstelik Türkçe’yi de sökmüşler bile, hey maşallah”
Anaksimenes gökyüzüne doğru ellerini açmış keskin burnuyla etrafı kokluyordu.
“Pardon, anaksimenesti öyle değil mi?”
“Evet. Sen de aramıza katılmayı şeref sayan bir garip insan olmalısın. Hayırdır, filozofluğa mı soyundun?”
“Hayır, benim filozofluğa soyunmama ihtiyacım yok. Çünkü ben doğuştan filozofum.”
Hepsi birden katıla katıla kahkahalarla gülmeye başladılar.
“Hayırdır, söylediğim çok mu komik geldi size?”
“Sence?” diyerek bir kaşını havaya doğru kaldırarak bana doğru dönmüştü Empedokles.
“Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?”
“Kendini bir şey sanmak hiçbir şey olanlara özgüdür. Oysaki biz evrenin, kendimizin, dünyada olup biten her şeyin neye, niçin dayandığını düşünen insanlarız. Sözde değil, özde yaşıyoruz, tek bir pencereden bakmıyoruz anlayacağın.”
Empedokles yine ağzımın payını vermişti. Bütün bir ana maddenin sevgi ve nefret ile bağdaştırılabileceğine inanan biri nasıl oluyordu da böyle zehir saçarak konuşabiliyordu?
Pitagoras parmaklarıyla hesap yapıyor, başını yerden kaldırmamaya, konsantrasyonunu bozmamaya gayret gösteriyordu.
“Pitagoras?”
“Dur! Konsantrasyonumu bozma”
Doğru, bu, delinin birine “nasılsın” diye sorup “yine ondan nasılsın cevabını almak gibi bir şeydi.
Her şeyin kendisinden çıktığını kabul ettiği arkhe olarak, ilk neden; evrenin ilk maddesi olarak sayıyı gösteriyordu Pitagoras. Tabii ki de sayı saymayı yeni öğrenen çocuklar gibi parmak hesabı sayacaktı her şeyi; adını bilmese adına bile sayı derdi bu gidişle… Birdenbire nereye düştüğümü çözmeye çalıştım. Ben buraya nedenimi bulmaya gelmiştim. Çünkü onların her biri evrene bir madde oluşturmuş; Platon idea demiş; Anaksimenes hava demiş, Thales su demiş; Demokritos da Atomlardan meydana geldiğini ileri sürmüştü. Hepsinin var olmak bakımından varlığını tescil ettirdiği bir nedeni vardı, ben de onlar gibi bir neden istiyordum, tek amacım buydu.
Thales boğazımın gıcık olduğunu fark edip bir bardak su doldurup “Al iç” diyerek bana uzattı.
“Teşekkür ederim. Su ile bu kadar ilgilisin ya hani; her şeyin canlı olduğunu ve sudan oluştuğunu söylüyorsun, canlıcılık felsefesine tâbisin, bizim oraların marketinde çalışıp su satışı yapsana damacanayla?” diyerek ister istemez bu sefer ben kahkahayı patlattım.
Thales ise sadece gülümsemekle yetindi. Kızmamıştı; bozulmamıştı, öylece sadece gülümsemişti.
“Su… Evet… İnsan su içmeden kaç gün yaşar?”
“Yani, bazıları üç gün diyor; bazıları 7 gün, beş gün diyenler bile var. Şunu biliyorum ki; açlığa tahammül sınırımız, susuzluğa tahammül edişimize oranla daha fazladır, açlığa dayanmak konusunda daha iyiyiz biz insanoğlu. Sanırım bunda birbirimizi yiyişimiz de yatıyor biraz; gevezelik deseniz var, başımızın etini yiyor, ukalalık taslıyor, hep bir sataşma hâlinde üstelik barışı da savunarak yaşıyoruz. Geçenlerde olan olayı duymuşsunuzdur siz de; birçok kişi hayatını kaybetti ama bir de Peri vardı aralarında. Destina Peri… Kızcağız 16 yaşındaymış, otobüs bekliyormuş patlama olduğu sırada. O patlamada havaya uçan öncelikle genç kızlık hayalleri olmuştur.”
“Doğru, biz insanoğlu açlığa da acıya da daha dayanıklıyız. Susuz yaşamak da insanın sevgiye ihtiyacının ne kadar olduğuna bağlı aslında… Sevgiyle beslenen biri susuzluğunu temiz bir yürekte giderebilir, öyle değil mi? Su berraktır çünkü, saftır, temizdir.”
Platon, Thales ile yanımıza yanaşıp iki elini beline koyup bana yöneldi.
“Söylesene genç bayan, burada bizi dinleyeceğine, bize savaşın barıştan daha geçerli olduğu dünyada nutuk atacağına ve kendi nedensizliğine neden arayacağına neden nedensizliğine neden aramak yerine nedenine nedensizlik aramıyorsun?”
Doğru, Platon bunu hep yapardı. Neticede onun bir idealar dünyası vardı. Özüne bir idea; bir fikir, bir yorumlamak sarhoşluğu bulaşmıştı, elbette ki kafa karıştırırcasına beni fikrimden caydırmaya çalışacaktı. Neler düşündüğümü hissetmiş gibi Anaksimenes gökyüzünden başını kaldırdığı gibi burnunu çeke çeke yanıma gelip bana sarıldı. İçlerinde en samimi olan oydu.
Belki de havayla özdeşleştiği içindi; havanın tozunu yutmuştu da sevginin temizliğini kirletmemişti.
“Bak, Dilara… Sana adınla hitap edebilirim, öyle değil mi?”
“Evet de, adımı nereden biliyorsun?”
“Sen nedenleri bilmiyorsun diye herkesi de kendin gibi mi sanıyorsun? Bir ismi öğrenmek bir cisme isim vermekten daha kolaydır Dilara. Havayı kokluyorum ben; birazdan yağmur yağacak mesela. Özüne, toprağına kavuşmuş canlar toprağın altında ıslanmayı değil; yağmurun yağdığını bilecekler ama biz yaşayanlar ıslanmanın güzelliğini hâlâ bilebiliriz. Öyle değil mi Empedokles? Sen söyle, sen ki toprağı da işin içine katarsın hep. Toprağın da söyleyecek sözleri yok mudur bize?”
Empedokles buruk bir tebessümle gülümsedi.
“Toprak… Evet… Ne de güzel söyledin Anaksimenes. Biz yaşayanlar yağmurun ıslaklığını, ıslanmanın güzelliğini hâlâ bilebiliriz. Düşün genç bayan, senin nedenin nedir? Topraktan var olup buralara kadar, dünyanın seyrinin ve kendi hayatının başrol oyuncusu olarak gelmişsen senin nedenin ne olabilir?”
Burnuma ilk şiir defterimin kokusu geldi. O sayfada küçük kız çocuğunun kelimelere söyleyecek sözü yoktu; kelimeler o küçük kıza zaten şarkı söylüyordu. Minicikti elleri, büyüktü hayalleri… Yazmaktan korkmamıştı, beğenilme kaygısı gütmemişti; kaygılar düşmanı değildi o zaman o minik kızın. Uçlu kalemimin ucunun parmağıma batışını hissettim. Siyah 0.7 uç’un yalnızca siyahlığının izi kalmıştı; o da elimi yıkayıncaya kadar…
“Nedenim… Benim nedenim… Var olmak nedenim… Nefes alma nedenim… Burada bulunma nedenim… Yaşamak nedenim, gülmek nedenim, sevmek nedenim… Hiçbir şey değil ki; benim yaşamak nedenimin kendisi benim. Nedenimin kendisi benim. Ben yazmak için değil sadece; yaşamak için, yaşamanın hakkını vermek için geldim. Yazmak da var olmak çığlığımın kendini göstermek çabası sadece. Aslında ben, ben olmak bakımından, kendim olarak, sadece kendim için buradayım. Benim nedenimin kendisi de benim. İnsan kendinden nedenler biçerek var olur mu dünyada?”
Filozofların hepsi başlarını önlerine eğmiş, utanmışlardı adeta. Onlar bugüne kadar evrenin nedenini aramışlardı, ben ise evrenin değil; kendimin peşindeydim. Evrenin nedeni Allah’ın takdirindeydi. Biz insanları yaratmışsa bizim var olmak bakımından hakkımız varsa bu onun takdirindeydi. Ben evrenin nedenini sorgulamaya hak kazanmış bir kişi değildim ama evrene neden geldiğimin nedenini bilmek ve bulmak hakkına sahiptim. Yazmak, yaşamımın gül renkli sofrası gibiydi. Bütün gün aç kalmışım da doymak telaşıyla kalemimi kâğıdımı elime alıp gül renkli soframda doyuma ulaşmaya çalışmış gibiydim hep. Ben kendim için var olmak hakkını bana layık gören yaradanım olduğu için vardım. O benim güz rengini yaz çiçeklerine emanet edişimi izlemeyi seviyordu, o benim bana verdiği ilhamla insanların üşüyen bedenlerine yorgan ağrıyan başlarına merhem olmak çaremi izlemeyi ve beni ben olarak yaratmış olmayı seviyordu.
“Başlarım sizin filozofluğunuza! Filozofsunuz ama var olmanın kendisinin sadece yaradandan geldiğini bilemeyecek kadar inançsızsınız. Kindi burada olsaydı ne demek istediğimi anlardı. İslam filozoflarının da adını çıkardınız, sanki yalnızca ateistler kol geziyormuş gibi geliyor insanlara. Felsefe denilince bir çorba ve yanında da kaşık düşüncesi hâkim insanlarda. Kafalar çorba, kaşıklar da sizden… Ben doğuştan filozofum. Çünkü var olmak bakımından var olmanın, varlığının kendisinin tek özünün yaradan olduğunu biliyorum. Hayat zıtlıkların bütünüdür, öyle mi? Barış varsa illa ki savaş da mı olmalıdır? Peki, bunca masum insanın sırf zıtlıklara nefes aldırmak telaşlarından ölmek talihi niye? Tek bir yöneticisi vardır bu dünyanın; bu ne bir filozof, ne bir padişah, ne de kibrinin kibrit çaktığı yerde alev alan insanoğludur. Bu dünyanın yalnızca tek bir hâkimi vardır o da yüce yaradan. Hem ben neden geldim ki sizin yanınıza? Var olmak nedeninin şahitliğini yapamayan cahil cühelaların arasına katılıp onlardan medet ummak hakkım bana yakışmadı, yaraşmadı. Şimdi siz sorun bana, evrenin ilk maddesi değil de; huzurlu yaşamanın tek gayesi nedir diye… Kiminiz adalet, kiminiz ahlak, kiminiz cart curt bir şeyler zırvalayacaksınız; ama hiçbiriniz öz cevabı bulamayacaksınız. Bu cevabı kalp gözüyle görenler bilirler ancak. Huzurlu yaşamanın tek gayesi zıtlıkların düşmanlığı değil; zıtlıkların kardeşliğidir. Barışın içine savaşı katarsak ortada savaş diye bir şey kalmaz, o aslen barış olur. Çünkü bir yemeğe tat veren onun gizli kalmış malzemeleridir esasında. Savaş barış’ın içine dâhil olduğunda barış’ın özünde mutluluğun saklı olduğunu anlayıp kendi özüne yine barışa dönecektir. Nefretin içine sevgiyi kattığımızda da bu böyledir. Biz insanoğlu her şeyi düşman kisvesi altında gördüğümüz için kardeşliğin de düşmanlığın pekiştirilmesiyle yaşayacağını sanıyoruz. Huzurlu yaşamanın tek gayesi; acıların içine huzur eklemektir…
Filozoflar ağlıyorlardı. Çünkü filozof olabilmişlerdi ama; hiçbiri adalet yoksunluğundan kopamamıştı. Bakmayı gerçekten bilmeyen her insan böyledir. Adalet yoksunluğunda adillik savaşı verilir bu yüzden. Bu yüzden barış geriden gelerek savaşı izler, önce bir acı çektirir, acı çeker; sonra yaşar… Yanlış…
Evrenin ana maddesi nedir Allah’ım? Bunlar cevabı bilecek kadar ehlileştirilmemişler. Bunların bildiği tek bir şey var o da bir şey bilmeyip bildiklerini sanmaları… Evrenin ana maddesi; anadır. O doğurur, biz doğarız, o sever biz yaşarız; o ağlar biz yaş olur akarız. Bu yüzden miydi Allah’ım? Ana gibi yârin olmayacağı, hep bu yüzden miydi? Tek sevgili sen isen; senin yarattığından öte en güzel sevgili de anadır. Ağlamayalım, ağlatmayalım. Gül bahçesinde güller solarsa gül yeniden açar mı? Evrenin en gerçek var olanı yüce yaradan ve onun en temiz aşkla yaratıp sonradan en temiz görevi üstlendirdiği anadır. Savaşın kanlı ellerinde çocukların değil; bu yüzden acı çeken anaların kanları vardır… Filozoflar durdurabilmişler mi adaletin adaletsiz savaşını? Sen saymaya devam et Pitagoras, sen de havalara bak dur Anaksimenes; Thales haydi canım suyunu iç de söylediklerimi iyice hazmet, maazallah boğazında kalmasın…
“Yok olmak nedenimiz nedir Dilara?”
Bu kez soru sormak sırası onlarındı. Cevap vermek de bana düşüyordu.
“Yok olmak nedenimiz asıl varlığımıza dönmek içindir Empedokles. O vakit gerçek sevgi gerçek nefret yani ektiğimizin biçildiği yer sofrasında meze olacağımız ya da cennet bahçelerinde gül olacağımız gün gelir. Yokluktan asıl varlığımıza karışırız… Haydi ben gidiyorum, daha yeni zaferler armağan edeceğim hayatıma; siz de hâlâ düşünün durun, yalnızca düşünmekle adam olunuyorsa… Kalın sağlıcakla!”
Dilara AKSOY