Salonda minderimin üzerinde oturuyordum. Avucumda tuttuğum cam kırıkları yüzünden kanlar süzülüyordu ellerimden. Pantolonum artık beyaz değildi. Aslına bakarsan, hiçbir şey beyaz değildi artık. Biri dünyanın ışıklarını kapatmış ve her yer zifiri olmuştu. Peki şimdi ne yapacaktım?
Kocaman umutlarla başlayan aşk, kocaman küfürlerle son bulmuştu. Oysa rüya gibiydi her şey. Herkes imrenerek izler, güzel sözler söylerdi. “Bitmesin” derdi herkes. Çünkü hiçbiri böylesine derin bir aşka sahip olmamıştı.
Bitişine bakılırsa, o kadar da büyük bir aşk değildi. Yaşanmış her hatıra, her güzel anı; hak etmediği bir sona mahkum edilmişti. Peki neydi sebebi? Kimdi suçlu? Ben miydim yoksa her şeyimle sevdiğim o çekip giden adam mıydı? Geri gelir miydi peki? Bir şansımız daha olur muydu?
İkimizin de kafasındaki tek soruydu bu. Ama ikimiz de bilirdik ki başlamazdı bir daha biten bir ilişki. Ki Bu kadar fırtınalı bitmeseydi. Bu kadar kırılmasaydık ve kırmasaydık bu denli…
Aşk dediğin, can yakmamalı bu derece. Sarıp sarmalı seni ve gökyüzüne çıkarmalı. Bulutların en tepesine. Güzel hayaller kurdurup, umutlarını yeşertmeli birer birer.
Belki de biz, aşk olmayan bir hisse aşk dedik. Adını koymak istedik. Yanlış şeye yanlış isim biçtik.
Tek hatamız buydu.
Sonumuz oldu.
Şubat 2014, İstanbul