Ben ağlarken o da ona kızıyor, gözyaşlarımın sadık dostluğunu üstleniyordu sanki. O ise ne benim gözyaşlarımı, ne de onun kendisine kızıyor olmasını umursamıyordu. Yağmur çiselemeye başlamıştı ve pencereye yaklaşıp yağan yağmuru gözyaşlarımla yarıştırmayı düşlediğimde yağmur birdenbire hızlandı. Dolu yağmaya başlamıştı ve yağan dolular camı kırmayı kafasına koymuş bir çocuk gibi pencereye savaş açmışlardı. İnadına iyice yaklaştım pencereye, ‘Hoh’ dedim birdenbire, nefesimi hissetsin, pencere sıcak nefesimi hissetsin istedim. Bilemezdim pencerenin de bana bir oyununun olduğunu… Pencerenin üstünde nefesimden çıkan yazıyı görünce, irkilip iki adım geriye kaçtım. Gözyaşlarım bir kez daha hak etmişlerdi gönlümdeki damlalar ve yağan doluyla yarışmayı…
Nefesimden çıkan ‘Gitme’ yazısı, söyleyemediklerimi pencere yardımıyla bir çırpıda söylemişti. ‘Gitme…’
Hayırsız umut koltuğuma oturdum. Ondan başka hiçbir şey yoktu kafamda, bir gitmek vardı, bir kalmak; esasında hepsinin içinde yalnızca o vardı kafamda. Arkama yaslandım, gözlerimdeki o kahredici bir damla yaş koltuğa damladı. Hâlbuki ben gözyaşlarımla yastığımı ıslatmayı alışkanlık edinmiştim, bu kadarı yastığıma ihanetti artık. Acıyla karışık sessizliğimi de peşime takarak yatak odama koştum, onlar hâlâ mücadele ediyorlardı. Biri diğerine kızarken, diğeri aldırış etmeden umursamazlığını üzerimize salıyordu, ben ise bu kez sadece sustum ve yastığımı alıp, salona geri geldim. Yastığımı kokladım önce, sardım, o benim gözyaşı kovamdı. Bazen akıtamadığım gözyaşlarım gönlümden düşerdi, yastığım anlardı, gözlerim ıslanmadan kendisi ıslanırdı, yağmur yağdı sanıp kendimi kandırırdım. Hayırsız umut koltuğumdaki nem henüz bizi terk etmemiş, o da uzağa kaçmış olamaz, adı üstünde umut koltuğu; umudun içine hapsetsek birbirimizi, yeniden ürkmez mi ayrılık hadiseleri sahiden?
Koltuğuma iyice yerleştim, sarıldım yastığıma. İki dakikadan fazla ihanet etmeyi beceremezdim ben, vicdanımın sesi saygı duruşunu bozar, geri gelirdi bana. Yastığım artık bir çeşme, yağan dolu pes etti.
‘Gözleri kalsa ya… Bir tek gözleri… Yemin ederim, ölmeden o; satmam vefamı…’
Saçım başım dağınık, iyi ki makyaj yapmamışım, göz makyajımın gazabına uğrar, hazırlıksız kaybederdim onu. Kaybetmenin bir de hazırlık süreci vardır, gidecek olan bahanelerini liste yapar, suçu yoksa dahi karşı tarafın, kendi suçunu evirir çevirir karşı tarafa atar, al sana insaflı bir gitme senaryosu… Hazırlıksız kaybetmek ise ölümün ikiz kardeşi gibidir. Bir anda nefes aldığın hayatı, bir anda kaybeder gibi olursun. Masamın üzerinde duran sigaramı yakmak için kalkarken göz göze geliyoruz sigaramla.
‘Elif…’ diyor. ‘Beni bırakabilecek kadar güçlü bir iradeye sahip olsaydın, bağımlılıklarının bütününden sıyrılabilecek kadar cesaretli olsaydın, yastığın çeşme, gönlün şelale, bedenin ise çamur olmazdı.’
Sigara sağlığa zararlı diye bilinirdi hep, benim sigaram bile akıl öğretici sigara… İç sesimin sesini kısıp yalnızlığımı çaya davet ettiğimde sigaram konuşuyor. Şimdi ciğerlerime çekiyorum onu, o dinlesin beni…
‘Hayatımın en doğru hatası, en doğru bağımlılığı o…’
Dumanını üflediğimde kalpli dumanlar çıkıyor, sanıyorum ki kalbim içimden taşmış. Bir kapı sesi duyuyorum, açılan bir kapı. Sigaramı söndürüp koşma telaşına sarıyorum.
Kapıyı açıyor… Yanında bir de o. Onun da boynu bükük. ‘Sen gitsen bile o kalsın, dönmek için bir sebebin olur, yalvarırım bari onu bırak’ diyemiyorum. Bizim buralarda çaresizce duygularını karşı tarafa iletene ‘Gurursuz’ derler. Oysaki sevmekten başka yoktur gerçeği… Gerçeğin adı ‘Gurursuzluk’
Gözlerimden bir damla yaş yere damlıyor. İkimiz de aynı anda damlayan gözyaşımın yerde bıraktığı ıslaklığa takılıyoruz. Yere çömeliyor ve işaret parmağıyla gözyaşıma dokunuyor, yer’i kıskanıyorum. Ben ağladığımda yüzüme dokunup gözyaşlarımı silmezdi, şimdi yerdeki damlam kıymete mi bindi? Tekrar kalkıp işaret parmağını yüzüme değdiriyor. Elini tutuyorum.
‘G…’ Gitme’nin ‘G’si ağzımdan çıkıyor, canımın canı canımdan çıkıyor da, ‘Gitme’ demek ağzımdan çıkmıyor. Tekrar ona bakıyorum, boynu bükük çaresizliğimin adeta yansımasına…
Elini yüzümden çekiyor, ileri doğru bir adım atıyor, eline onu alarak… Sonra arkasına dönüp, bir kez daha gözlerimin içine bakıyor. Ayakkabısını giyiyor, sonra tekrar onu eline alıyor, bir adım daha atıyorken daha fazla dayanamıyorum.
‘Dur! Dur bavul, dur, gitme! Gitme bavul, seni boş gönderemem, daha içine kazaklar, umutlar, canımın acısından kalma çaresizlikler koyacağım. Dur, gitme bavul, gitme!’
Elindeki boynu bükük bavula gitme derken, aslında ona ‘Gitme’ demiş oluyorum. Anlayıp, yavaşça arkasına dönüyor.
‘Ne, ne dedin sen?’
Başımı yere eğip, yaramaz çocuk edasıyla:
‘Gitme bavul dedim, ben… Ben o bavulu çok seviyorum çünkü. Böyle gidemez, böyle bitemez. Sonra ne yaparım ben onsuz? Nereye nasıl giderim o olmadan? Hani söz vermiştik birbirimize…’
‘Bavulu seviyorsun, öyle mi?’
‘E…Evet…’
‘Peki’
Elindeki bavulu yere atıp:
‘Buyur, seni bavulunla baş başa bırakıyorum ve ben gidiyorum. Yalınayak bile giderim, çırılçıplak da giderim, hiçbir şeyim yanımda olmadan da giderim.’
Arkasına bakmadan hışımla giderken arkasından koşuyorum.
‘Dur! Bavul bahane anlamıyor musun? Senin gitmek için bahanelerin oldu hep, ben ise kalman için bahaneler yaratıyorum, çünkü… Çünkü seni seviyorum. Gurursuzluk ise bu, başım yerden kalkmayacak demektir. Gitme… Gitme işte…’
Yavaşça dönüp bu kez gülümseyerek gözlerime bakıyor.
‘Bir daha söyle bakayım.’
‘Delisin sen’
Gözyaşlarım gözlerimden akmak için bir kez daha hazırlanırlarken elleriyle yüzümü ellerinin arasına alıyor.
‘Sakın! Ben de yeni bir gitmeyi daha, yeni bir sensizliği daha kaldıramam. Ben de seni hâlâ seviyorum ama hep ‘Gitme’ demeni bekledim. Gözlerinle değil, gözyaşlarınla değil, sesinle, nefesinle ‘Gitme’ dediğini duymak istedim. Lütfen anla beni…’
‘Söylüyorum işte. Gitme… Bir daha sakın gitme. Ben sensiz sigaramın dumanında bile kalpli yalnızlığımı görüyorum, umut koltuğuma sanki gözyaşlarımı değil de, seni damlatıyorum…’
‘Sevgilim…’
‘Gitmeyeceksin bir daha, öyle değil mi?’
‘Gözlerinden yağmur gibi yağan gözyaşların ve bavulumuz şahit olsun ki, bir daha asla gitmeyeceğim.’
Bir solukta mutluluğu içimi çeker gibi sarılıyorum ona, birdenbire gözlerim bavulumuza takılıyor.
Göz kırpıyor bana, ben de yeniden gülümsemeyi öğrenmiş biri kadar içten gülümsüyorum.
‘Kapıyı kapatalım mı artık?’
‘Peki sevgilim, dur bavulu da alayım içeri…’
‘Alma.’
‘Neden?’
‘Bırak kalsın orada, boştu zaten, içine hiçbir eşyamı koymamıştım. Bakarsın biri gitmek ister de bavulumuz yetişir imdadına, ‘Gitme bavul’ diyen bir sevdiği olur, bırak gitmek istemeyip de gururunun kölesi olanlara yardımcı olsun, kalsın dışarıda…’
‘Peki canım, sen nasıl istersen.’
Kapıyı kapatmadan önce bavulumuza son kez bakıyoruz.
‘Mutlu kalın be gençler, mutlu kalın. Aşkınıza sahip çıkın. Ben bazen gitmek için değil, kalmak için varım’ diyor sanki…
Kapanan kapı, yeniden açılan bir sayfanın kalemi oluyor. Yazarı ise biz… Aşk baharı gelmiş gönlüme, hoş gelmiş, erguvanların sebepsiz misafirliği yük olmazmış gerçekten sevenlere; erguvanlar da, yemyeşil baharımız da hoş gelmiş, sevene yük olmazmış hiçbir işkence…