Onu her görüşümde aynı kapıyı çalıyordu ve çaldığı kapının zili; o çaldığında hep bir başka çalıyordu. İçeri girip, beş dakika kadar kalıp, içeriden çıktıktan sonra yüzünde altın bulmuş kadar sevindirici bir ifade bulunuyordu. O kapının ardında ne olduğunu, içeriden çıktıktan sonra yüzünün neden bu kadar parıldadığını ve bir anda neden bu kadar mutlu olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Hıristiyan’dı. Beş yıl önce Türkiye’ye gelmişti Adela. Aynı apartmanda oturuyorduk, kapı komşusuyduk ve çok kısa zamanda iki iyi arkadaş olmuştuk. Anne tarafından Türk’tü. Çat pat konuşabildiği Türkçesi’yle bana söylediği ilk cümle “Merhaba ben Adela, buraya yeni taşındım. Senin adın ne?” olmuştu. Açıkçası o bu kadar seri konuşunca Türk Dili Edebiyatı mezunu olduğum hâlde Türkçemden ve Türkçe’yi katledişimizden utanmıştım. Babam yobaz denilebilecek seviyede aşırı tutucuydu, annemin zorlamalarıyla üniversiteye gidebilmiştim, tabii bunda Lise’deki Muammer hocamın da payı büyüktü. Muammer hoca, din öğretmenimiz olunca iş çok daha farklı boyutlara gidiyordu. Babama, “Sevgi’nin okuması gerek; sevgi gibi kızların okuması gerek, kız olmak demek, erkek egemenliğinin altında, ağırlığında ezilmeyi kabul ederek yemek pişirip, evinin kadını olup, çocuklarının anası olmakla bitmiyor. Kızların da en az erkekler kadar mecliste de, toplumda da söz hakları olmalı. İster Din Hocası olsun, ister mühendis olsun; ama izin ver Veli efendi bu kız okusun” demiş. Rahmetli oldu Muammer Hocam; bundan tam bir sene önce. Emeği de hakkı da ödenmeyecektir hiçbir zaman. Adela ile arkadaş olmamı ilk zamanlar babam kabullenememişti, neticede o bir Hristiyandı, “Baba- oğul ve kutsal ruh adına” diyor, haç takıyor, “amen” diyerek duasını bitiriyordu. Bana göre hangi dinden olursa olsun, insan insandı. Ben Adela’yı Adela olmanın hakkını verdiği ve birçok Müslüman’dan daha insancıl olduğu için seviyordum. İstanbul’a iyi bir şirkette iş bulduğu ve burada, annesinin bir zamanlar yaşadığı topraklarda nefes almanın güzelliğini yaşamak için geldiğini söylüyordu. Beş yıldır arkadaştık ama onu sabahın ilk saatlerinde her görüşümde o, aynı kapıyı çalıp, kapıdan çıktıktan sonra ise gülerek güne başlıyordu. O kapının ardında ne olduğunu Adela’ya sorma cesaretini bulamamıştım. Annem ile babam namazında niyazında insanlardı; ben de kandillerde, ramazan aylarında çalışmaktan fırsat buldukça namazımı kılıp, duamı eder fakat yine de bir türlü karamsar düşüncelerimden sıyrılamazdım. Allah’a inancım sonsuzdu elbet; yalnız, bir şeyler eksikti bende. Hani, yemeğin tuzu eksik gelince pek bir yavan gelir ya tadı; işte öyle… Hatta annem bir ara Adela’ya uyup din değiştirecek olmamdan bile korkmuştu. Biz Adela ile dini inancımızdan dolayı birbirimizi hiçbir zaman yadırgamamış, değiştirmeye de çalışmamıştık. Ne ben ona baskı yapardım, ne o bana… Annem’le babam, kızlarını korumak telaşından bazen yanlış düşüncelere kapılabiliyorlardı her anne ile babada olduğu gibi.
Bu gece Adela’yı görüşümden bu yana saatler geçtiğini fark ettim. Evine girmeden önce her akşam kapımızı çalar “iyi akşamlar” derdi fakat bu sefer gelmemiş, kapımızı da çalmamıştı. Ben de yetiştirmem gereken sınav kâğıtları olduğu için onu ziyaret edememiştim. 27 yaşımdaydım ve bu yaşıma kadar hayatımda yolunda giden tek şey mesleğim olmuştu, o da zor bela tabii. Arkadaş çevrem kısıtlıydı, adımın gerektirdiği gibi yaşayamadığımı düşünüyordum hep. Sevgiydim ama; aradığım sevgiyi bile bulamamıştım. Birçok arkadaşım evlenip barklanmış, hatta çoluk çocuğa bile karışmıştı. Ben ise, mesleğini eline almış olan bir kız kurusuydum. Hayallerimin hep benim istediğim gün ve saatte olmasını beklemiş, birazcık gecikse hayal kırıklığına uğrayıp, ümit etmekten vazgeçmiştim. Ümit vardı ama adı üstündeydi o ümit. “Bir gün” diyordum, “bir gün her şey yoluna girecek ama bir gün” O bir günü bugün yapamıyordum bir türlü. Hep bir yerden bir şekilde hayatımla ilgili açıklar bulurdum. Kusur bulmak müptelasıydım ben. Namaz kıldığımda ettiğim duaların içerisinde “Allah’ım hakkımda hayırlısı ne ise onu nasip et” demek vardı ama gün, ertesi güne devredince olmayan şeyleri gördüğümde yine içimden isyan etmek geliyordu. Anneme göre “inancı zayıf” bir insanmışım. Tevekkülümde sorunlar varmış; yeteri kadar tevekkül edip, tam bir teslimiyet gösteremiyormuşum. “Abartma anne, yok bari bir de dinsiz imansızsın de,” dedim bir gün. “Yok, öyle değil ama; güneşin arasından çıkmak için çabalayan bir bulut gibisin” demişti bana. Yani, anneme göre güneşli hayatıma illa ki bir bulut getirmek niyetindeymişim, hayatımdaki amansız bulutların sebebi benmişim. “Pes artık” dedim. Çocukluğumdan beri dik kafalıydım ve annem dahi olsa sözleri beni yıldırıp “Haklısın anne’ciğim” dedirtmek seviyesine getiremiyordu. Saat gecenin 11’ini gösteriyor. Adela’yı iyice merak etmeye başladım, belki de hastadır diye düşünerek bizimkileri uyandırmamak için gayret göstererek evden çıkıp kapısını çaldım. “Uyumuş mudur acaba?” diye düşünmeden de edemedim. Benim tanıdığım Adela bu saatte de uyumazdı ki hiç. Yanıt vermeyince bu kez zile basmak gereği hissettim ki birden kapının hafif aralık olduğunu fark ettim. Kapıyı hafifçe itip içeri girdim.
“Adela, adela, evde misin?”
Antreyi dolaşıp salona kadar geldim, içeri karanlıktı, bir cesaretle yatak odasına bakayım dedim. Adela yatağındaydı, gözleri kapalı, elleri iki yana açık bir şekilde duruyordu.
“Hay Allah Adela, çok özür dilerim. Rahatsız ettim, uyuyormuşsun.”
Tam odadan sessizce çıkıp gidiyordum ki birdenbire Adela’nın nefes almadığını fark ettim. Telaşlanarak iyice yanına yaklaştım.
“Adela, adela…”
Yanağına dokunduğumda başı sol tarafına doğru düştü. Öyle bir feryat kopardım ki bırakın apartmanı, mahalledeki herkes uyandı sandım.
“Adela, adela!”
Uyandırmak ümidiyle Adela’yı sarsıyor, yanıt alamadıkça da gözyaşlarımı tutamıyordum. Adela’nın ölmüş olduğunu kabullenmekten başka bir çaremin kalmadığını anlayınca yere çömelip hıçkırıklarla ağlamaya devam ettim.
“Ne zaman ölmüştü, nasıl ölmüştü, ne olmuştu” bunları düşünemiyordum bile.
Dizlerimin bağı çözülmüştü, hayatımda ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyordum ve Adela çok sevdiğim bir insandı.
Yatağa tutunup zor bela kalkmaya çalışırken yatağının altına düşmüş olan bir kâğıt buldum.
Ellerim titreyerek açtım kâğıdı; kâğıtta büyük harflerle benim adım yazıyordu.
Mektuptaki el yazısını okumakta zorlansam da ilk başta, okumaktan başka bir çaremin olmadığını anlayarak mektubu okumaya başladım.
“SEVGİ;
Sen hep çok iyi bir arkadaş oldun bana. Ben bunu sana söyleyemedim; birkaç aydan beri çok ama çok hastaydım. Senin iyi bir kız olduğunu bildiğim için ve seni üzmemek için hastalığımı sana anlatamadım. Her sabah o kapıdan çıktıktan sonra hastaneye gidip gerekli tetkikleri ve muayenemi yaptırıp bana uygun bir kalp olup olmadığını araştırdım. Son iki haftadır doktor umutların tükenmekte olduğunu söyleyince ve uygun kalp bulunamayınca ben de sana bunları yazmak istedim. Ben ölüyorum. Sizler nasıl dersiniz, “toprağı bol olsun”
Senden ve senin arkadaşlığından çok şey öğrendim ve hayatım son bulmadan önce ben de sana işe yarar bir şeyler katıp öyle ölmek istiyorum. Biliyorum, beni tanıdığından beri o girdiğim kapının ardında ne olduğunu ve o kapıdan çıkarken neden hep mutlu çıktığımı merak ediyorsun. Sormaya cesaret edemediğini, yine de bunu içten içe hep merak ettiğini biliyorum. O kapıdan girmek cesaretini bir gün sen de benimle birlikte bulursun diye düşünmüştüm ama olmadı. Beni annemin mezarının yanına gömün, bu senden son ricamdır. Gerekli işlemleri halledip beni her zamanki gibi ölümümde de yalnız bırakmayacağını bilerek veda ediyorum sana. O kapıyı çalıp o kapıdan içeri girmekten de sakın korkma. Tanrım seni korusun.”
Mektubu okuduktan sonra yaşadıklarım, hissettiklerim tamamen flu. O derece kötü, o derece çaresiz ve o derece yalnız hissettim ki kendimi, neyi nasıl yaptığımı ona layık bir törenle ona veda edip edemediğimi bilemeden son isteğini yerine getirerek Adela’yı annesinin bulunduğu mezarlıkta toprağa verdik. Artık akşamları kapımızı çalıp gülerek “İyi akşamlar” diyecek olan bir adela yoktu, olmayacaktı. Onu güçlü görmeye öyle çok alışmıştım ki hasta olduğunu kabullenmek fikri bile bana yabancı geliyordu. Sanki yine kapımızı çalıp “İyi akşamlar” diyecekmiş gibi geliyordu.
Günlerce Adela’nın arkadaşlığını özleyerek geçirdim zamanımı, okullar kapanıyordu ve ben o kapıdan geçmeyi bırakın, o kapının zilini çalmaya bile cesaret edememiştim henüz. Öğrencilerime sarılıp gelecek sene görüşmek temennisiyle okulumdan ayrılırken aradan iki ay’ın da geçmiş olması nedeniyle biraz daha güç toplayarak bu kez o kapının ardını görmek istediğimi hissettim.
Kimsenin görmediği, yalnızca ikimizin bildiği bir mabetmiş gibi geliyordu orası. Sanki başka biri o kapıyı, o kapının ardındakileri ve hatta şu anda beni bile görmüyordu. Zili çalmak için sağ elimin işaret parmağını zile doğrulttum ki birden kapının aslında açık olduğunu fark ettim. Herhalde Adela’nın başka bir tanıdığı ona son görevini yapmak temennisiyle buraya gelmiş olmalı diye geçirdim içimden. Beyaz, bembeyaz bir yolda yürür gibiydim. Kimsecikler yoktu, gelen giden olmamıştı iki aydır, belliydi. Yürüdüğüm yolların her bir adımında farklı farklı kâğıtlar bulunuyordu. İlk kâğıdı elime alarak okumaya başladım.
“Tanrı’m bana sevgi ve sevgi gibi iyi bir aile verdiğin için teşekkürler.”
Bir diğer kâğıtta yazılan ise;
“Tanrı’m bugün uyanmamı sağladığın için teşekkürler.”
Bir diğer kâğıtta,
“Tanrı’m bütün bir evreni kuşattığın sonsuz sayıda insanla beni karşılaştırıp en iyileriyle buluşturduğun için teşekkürler” yazıyordu.
Kâğıtların her birinde ayrı bir teşekkür, ayrı bir şükür vardı.
Kâğıtlardan sonuncusu ise gözyaşlarımı değil sadece; gönlümdeki yaşları da ortaya çıkaracak vaziyete gelmeme sebep olmuştu.
“Bir gün sen ile esma teyzenin konuşmalarınıza şahit oldum. Sen bir şeylerden şikâyet ediyor, hayatında yolunda giden hiçbir şeyin olmadığına kendini inandırmaya çalışıyordun. Ben ise her sabah bu kapıdan içeri girdiğimde Tanrı’ya teşekkür mektuplarımı yazıp o sevinçle dışarı çıkıyordum. Belki farkında olmadığın bir zamandasın seni buraya ulaştırmak nedenim ne yaşarsan yaşa Tanrı’ya minnet ve teşekkürle sığındığında onun sana sonsuz kapılar açacak olmasıdır. Belki aynı dini paylaşmıyoruz ama Tanrı varsa ve bizi duyuyorsa ona teşekkür etmek gerekir. Hayatın hep teşekkür ve minnet dolu geçsin kalbi güzel sevgi…” yazıyordu.
O bembeyaz yolu kalbimdeki siyahlıktan utanarak dizlerimin bağının koptuğunu hissedip yine de huzur içinde yürüdüm. Allah’a tevekkül edemeyişimin ve isyanları biriktirip her şeyi anında olsun diye bekleyişlerimin Adela’nın ise Hristiyan olmasına rağmen her şeyin farkında olarak yaşamasının ve kaderin bizi buluşturuşunun bir nedeni vardı. Demek ki mesele bir şeye inanmak değildi. Mesele inandığın şeye tam bir tevekkül ve imanla yaklaşmaktı. Babamın arkadaş olmamdan korktuğu Hristiyan bir kız bana yanlışımı gösterecek kadar temiz bir yüreğe sahipti. Hüzünle girdiğim kapıdan bir zamanlar Adela’nın yüzünde gördüğüm mutluluk ve sevinçle ayrılıyordum.
“Allah’ım, beni bana küstürmeyip beni kendimle tanıştırıp sana tam bir tevekkül ve inançla koşmamı sağladığın için şükürler olsun…”
Dilara AKSOY