Sıradan bir gün ve sıradan bir saatte sokakta yürüyordum. Birden yere yığıldım. Çünkü arada sırada yere yığılırım. Düşüncelerim bedenime ağır basar. Sonra insanlar yardım çağırır ve hastaneye iğne yemeğe gidilir. Şükür ki bu defa yanımdaki hemşire bir insan çıktı. Nasıl olduğumu değil, kim olduğu sordu. Aslında sormadı, öyle bir sohbete daldırdı ki, kendimi şaşırdım. Başım da dönüyordu üstelik. Belki de ondan öyle güzeldi. Hastaneye geldiğimizde yine aynı şeyler… İğne merasimi ve ardından yine aynı hemşireyle eve dönüş bileti. O sohbeti yine sevdim. Belki de baygınlığım sohbet içindi.
O sokaktan geçerken onu göreceğimi düşünmüyordum. Evinin orada olduğunu da bilmiyordum. Hemşireyle vedalaşıp kalabalık sokaklara attığımda kendimi eski bir dost sohbetinde buldum. Öylesine bir hal hatır sormaya dönüştü. Ayrılalı çok olmuştu. O, ikinci kattaki terasta, bense aylar öncesinde duruyordum. Kendimi çektim. Şaşırdı, ama yadırgamadı. Uzaklaştım. Bir kafeye doğru…
Bir kafeye doğru uzaklaşmayı yeğlemişimdir hep. Kimle rastlaşacağımı bilmeden her seferinde zaten tanışıyormuşçasına konuşup insanlarla, insanlardan da o şaşkın samimiyeti bulurum. Sonra geçer, ama sonrası umrumda değil. Bu kez de ünlü bir televizyoncuya rastladım. Pek kimse sevmezdi. Olsun, o ilk samimiyete güvendim. Ve sohbet uzadıkça bana son samimiyet kalıntılarını süzüyordu ruhundan. Kalktık birlikte sahile gittik. Yakındı zaten kafeden. Sonra bir tekneye biner gibi yaptık, ilk dalgakıranda atladık. Islanmadık da. Orada oturmak başka bir tat verdi. Dalgalar başımı döndürüyordu, üstelik bu kimsenin pek sevmediği herifin sohbeti de bayâ sardı. Bana kendinden değil yaşadıklarından bahsetti; sonra alkolden, sonra düşüncelerden, sonra insanlardan, en çok insanlardan… İnsanların ayık bir kafayla yaşayamayacağını (yaşanmayacağını) ikimiz de biliyorduk. O yüzden gereğini yaptık.
Güneş yere düştükçe keşkelere başlamadan, dalgakırandan ayrılmanın bir yoluna baktık. Balıkçılar bunun için varmış. Atladık. Dünyada, balıklardan ne farkımız varmış, anlamadık.
Güneş göğü aya bırakalı çok oldu. Yürüyorduk, caddelerde, ve tenhalarında, ve denize uzaklarda üstelik. Sohbeti boş ver, göğe bak dedi, içimdeki ses, içimde şairler biriktiririm, onlar da konuşur öyle. Göğe baktım… Gökte bir ay, bir ay ve bir ay daha… Gökte biri beyaz –ki gerçek olanın o olduğunu tahmin ediyordum– diğerleri sarı ve kızıl renklerde üç ay daha vardı. Ve yıldızlar vardı sanki ama öylesine büyük. Göğü hiç böyle görmedim. Görseydim hatırlardım. Göğe bakıp şaşırıyorduk, yanımdakiyle, yanımda her kim olsaydı öyle şaşırırdık. Sonra, diğer aylar birden kayboldu, yıldızlar sanki uçuyordu daha yakınlarda bir yerde, ve işte asıl olan şey…
İki uçağın düştüğünü gördüm. Biri çok yakına, bir apartman öteye, diğeri yüzlerce metre sol tarafa. Hemen koştuk yakındakine, insanlar da koşmuş. Bir felaket ama yanmıyordu, yani sadece kokpitte alevler vardı ama düşen bir uçak için böylesine az ateş şaşırtıcı. Şaşkınlığımız bitmeden, insanların pilotu çekip çıkardığını gördük. “Kaçın!” diye bağırıyorlardı. Kaçtık… Uçak patlayacak, uçak patlayacak…