Şimdi karşımda bana o minik elleriyle uzanan çocukluğumu görüyorum. Gökyüzündeki maviliği anımsatıyor çocukluğumun uysal umudu… Ben de ona elimi uzatsam, yeniden benimle gelir mi? Onunla birlikte ben de koşmayı, gülmeyi, sevmeyi, yaşamayı öğrenir miyim? Ama ben koşamam, ben gülemem, ben sevemem; ben sadece duvardaki gölgemin insanlığını kaybetmiş dünyaya örnek olmasını dilediğim biçareyim. Benim de yaşamdan beklediklerim, benim de yaşamın adının hakkını vererek yaşamayı istediğim mutluluk dolu günlerim olabilirdi. Olmadı. Okurdum; izlerdim televizyonlardan, nice yitirilen hayatların, nice can pazarlarının ortasında yalnızlık yalın protestoların umut yitirişlerinin haykırışını duyardım ben de. Üzülürdüm, ‘yazık’ biriktirirdim ben de insan oluşumun yazık dolu hayat çırpınışlarına. Onlar gibi ben de tek suçumun kadın olmak olduğunu bilmeden nice Fatihalar dökerdim dilimden; giden canlara…
Şimdi karşımda yalnızca çocukluğum durmuyor; şimdi karşımda bir de benim gibi ‘yazık’ dolu geçmişlerinin biten günlerini telafi cumhuriyetinde görmek temennisiyle son bir nefes alan biçare kadınlar var. Kimi Fatma, kimi N.Ç kimi Cansel; kimi isimsiz şerefsiz bir zanlının öylesine tavuk keser gibi kestiği bir zalimlik furyasının isimsiz talihsizi…
Ben, Özgecan. Benden sonra benim gibi yitirilen ve kimliğinde ‘kadın’ yazılı olduğu için ölen nice kadın var. Ben, gökten bir melek gibi indim bugünün kusursuz kusurunun hatırına. Eşlerinin bir demet çiçeğiyle mutlu olan, çocuklarının ‘Kadınlar günün kutlu olsun anne’ öpüşleriyle can bulan kadınlarımızın bize ‘Yazıklar olsun bu memlekete, yazıklar olsun bir et parçasının peşinde koşan şerefsizlere’ dedikleri yerdeyim. Hiçbiri beni görmüyor, hiçbiri beni duymuyor, hiçbiri yalnızca ağlamaktan ve benim zamanında yaptığım gibi ‘yazık’larını biriktirmekten başka bir işe yaramıyor. Dışarıda soğuktan üşüyen bir kedi yavrusu bulsalar, tir tir titreyen kuyruğunun insanı vicdana getirişiyle hemen sahip çıkarlar. Dışarıda dayak yiyip kaldırımda ağzı burnu kan içinde bir kadın görseler kadının hâline kadının çaresine ‘Aman dokunmayın, belki ölmüştür, belki belalısı buralardadır’ ‘Belki tekin değildir’ diyerek vicdan elbiselerini çıkarırlar. Kadın olmak zor iştir vesselam bizim ülkemizde. Şimdi benim kanatlarım var; yeryüzünün insafsız şeytanlarının katlettiği oldum ya ben; gökyüzünden inmem için şimdi benim kanatlarım var. Hâlbuki ben dünyada kanatsız bir melek olmak isterdim, yaşamayı hak eden her kadın gibi. Peki, o yavrucakların, kedilerin, köpeklerin, hiçbir günahı olmayan kardeşlerin ne günahları var? Gökyüzünde bulutlara sordum bunu, bu yüzden soruma onlar da cevap veremeyip ağlamayı tercih ettiler. Doğru ya; bugün 8 Mart Dünya Kadınlar günüydü. Onların bize verecek bir cevapları yoktu ki; ağlayabilmekten başka. Güneş ağlamaz sanırdım, o bile ağlıyordu sessiz sedasızca.
Benim tek suçum, adımın Özgecan olmasıydı belki de. ‘Can’ vardı ya içinde; onu illa ki almak haklarıymış gibi alacaklı gibi alacaklardı benden. Onlar beni anlayabilselerdi, onlarla iki insanın ortaklaşa birbirlerini anlayabilecekleri gibi konuşabilseydim –ki onların insan olmadıklarını keşfetmem de an meselesiydi- ‘İnsan insanın canını almaz’ derdim.
Bir erkek bir kadının canını almakla yükümlü değildir; erkeğin hakkı kadına edebiyle saygısıyla bakmaktır. Ben Allah’ın yarattığı bir canım, ben Özgecanım. Ben, yaşamaya gönüllü ileride kadın olmanın hakkını verebilecek kadar geniş yürekli bir kadınım, ölüm benim hakkım değil, lütfen bunu anlayın… Bilemezdim cellâdımın hayvandan bile beter olduğunu. Benim de yaşamak sevdasıyla kurduğum düşler vardı, şimdi kanatlarım var; uçabiliyorum, dokunabiliyorum yeryüzünün çamuruna. Ama ben kanatsız hür uçmayı dileyen bir kadındım. Kimliğimde yazan, cinsiyetimi belirleyen kaderim benim kefenli düşlerimin şahidi mi olacaktı? En çok kadın olduğu için gurur duyan, hür hisseden kadınları görmeyi isterim dünyada.
Baksanıza, başı örtülü, başı önünde, çantasını sıkı sıkıya tutan şu yaşlı kadına! Ben onu insaniyetimle görebiliyorum, o beni görebilseydi ona kanatlarımdan bir çiçek bağışlardım bugünün hatırına. Tam karşımdaki bank’a oturdu. Poşetinden çıkardığı bir dilim ekmeği ağzına attı ve pet şişesindeki sudan bir iki yudum alarak derin bir nefes aldı. Tahminimce 40-45 yaşlarındaydı. Kim bilir bu yaşına kadar neler yaşamış, neler görmüş, neler hissetmişti? Belki torunları ve torunlarıyla birlikte torunlarının geleceğine dair duyduğu derin kaygıları vardı. Ben de isterdim anneanne ya da babaanne olmak. Acaba en çok hangisi yakışırdı bana? Konuşabilseydim, sorardım yaşlı teyzeye; ‘Sence benim tek suçum adımın Özgecan olması mıydı?’ Adımdaki can mı canımın benden alınmasına razıydı? Onlar benim adımı dahi bilmiyorlardı ama belki de kader bir şekilde fısıldamıştı. İyi niyetle yaklaşmak kadının doğasında vardır. Kadın doğayı da doğaya layık olmayanı da doğa gibi sever aslında. Kadının tabiatında sevmek vardır. Âşık olsaydım, kefen yerine gelinlik giyseydim ben de, belki de anneannelik bana daha çok yakışırdı. Torunlarımın saçlarını okşadığımda onlara gençliğimin mutluluk dolu öykülerini anlatsaydım. Bu ülkede kadın olmak zulümdür yavrum demek yerine, bu ülkede kadın olmak bir kadının sahip olacağı en büyük servettir yavrum diyebilseydim…
Yaşlı teyzenin yanına 5-6 yaşlarında bir erkek çocuğu geldi. Masum bir erkek çocuğu… Bir erkek…
Erkekler de doğarken namus kavramının kader çizgisinde, masumiyetin örülmüş hanesinde günahsız ve temiz niyetlerle gelmiyorlar mıydı dünyaya? Öyleyse bir anlık gafletin ödettiği bedeller zulüm değil miydi bir kadına? Kadının tek suçu kadın olmak mıydı bu hayatta?
Yaşlı kadın, erkek çocuğunun başını okşayıp ekmeğinden bir parça kopardı çocuğa.
‘Teşekkür ederim teyze’ diyerek gülümsedi çocuk yaşlı kadına. Demek ki torunu değildi bu çocuk, karnı acıkan ve karnının acıktığını söylemeye dahi utanan edepli bir erkek çocuğuydu. Büyüyünce mi içinde dışında ne varsa döküyordu, ortalığa saçıyordu erkek? Peki, kadının gururu yok muydu, kadın layık mıydı bunca hakarete?
Beni duyabilselerdi, ‘Biz eşya değiliz, biz cansız bir obje değiliz, biz, kalbi bir gün anne olmak ümidiyle çarpan yarınların kadınlarıyız. Bir vazo değiliz belki ama; vazodan daha hassastır kalbimiz, lütfen ama lütfen kırmayınız’ derdim. Benim ve benim gibilerin, bizlerin kalbi değil; yarınları kırıldı, umutlarımız kırıldı, sevmek umudumuz vardıysa o kırıldı. Dallarında gökyüzünden düşen kar taneleri saklı umutlarımızın, o da beyaz giydiğimiz kefen gibi; hayaliyle yalnızca hayal olduğumuz gelinliğimiz gibi.
Yaşlı kadın ile erkek çocuğunun yanlarına yanaştım, onlar kanatlarımdan göremezlerdi beni.
Kanatsız bir melekken de insanlara görünememiştim, kimse feryadımı duymamıştı ki.
Erkek çocuğu gözlerini denizin masum dalgalarına dikmiş, öylece bakıyordu. Bu erkek çocuğu büyüdüğünde deniz şimdiki kadar onun umurunda olacak mıydı? Yoksa deniz’in insanına kapılacak, bir denizi yosun gözlerinden mi vuracaktı? Gözlerimden bir damla yaş, erkek çocuğunun simsiyah saçlarına döküldü. Başını gökyüzüne kaldırarak yağmurun yağıp yağmadığına baktı. Gözyaşlarım hâlâ hissedilebiliyordu demek ki; ben Cansel’in yaşayamadığı düzenden, ben küçük kız çocuklarının yaşayamadığı yarınlarından ve ben Özgecan olmanın ‘can’ını yitirişinden geliyorum. Benim şimdi kanatlarım var ama yaşayacağım bir yarınım yok; bir daha göreceğim, bir daha sevebileceğim bir 8 Mart Dünya Kadınlar günüm yok. Benim günüm yok. Bir tek gün var son kez hafızama kazınan; bir caninin beni katlettiği yaşamımı susturduğu körpecik dünlerimin ezber bozuşuna denk getirdiği cani bir günüm var sadece.
‘Üşümedin mi oğlum? Annen, baban yok mu? Neden bu soğukta buralardasın?’
‘Ben yetimhanede kalıyorum teyze’ciğim. Annem ile babam ben çok küçük yaştayken vefat etmişler.’
‘Yaşın kaç?’
‘On iki yaşındayım’
‘Daha küçük görünüyorsun, nereden baksan bir 5-6 yaş daha küçüksün sanki.’
‘Anne ve baba şefkati alamayan çocukların aklen büyüyüp bedenen küçük kaldığını söyler müdiremiz. Belki de ondandır.’
Yaşlı kadın gözleri dolu bir şekilde küçük çocuğun başını bir kez daha okşadı.
‘Sen neden buraya geldin teyze’ciğim?’
‘Ben her yıl bugün buraya gelirim yavrum.’
‘Peki, neden?’
‘On sene önce kızımı 8 Mart’ta kaybettim. Burada, tam da burada; bir caninin, nişanlısının kör kurşunlarına hedef oldu yavrum. Amca çocuklarıyla aralarında husumet vardı; kızım sevdiği adamı kurtarayım derken kurşunlarına hedef oldu. Sen, büyüdüğünde elin silah tutacağına çiçek tutsun oğlum. Bu benden sana hiç tanımadığın, konuşamadığın annenin nasihati gibi gelsin. Onun nasihati say, erkek olmak, adam olmak eli silah tutmakla değil; kalbinde sevgi ve elinde merhamet kokan çiçekler tutmakla olur.’
Yaşlı kadın hıçkıra hıçkıra ağlarken erkek çocuğu kadının sağ gözündeki yaşları silmek için cebindeki mendili çıkarıp yaşlı kadının kirpiklerine hafifçe dokundurdu.
Gözyaşlarım yağmur gibi şiddetlenmişti, bir şemsiyeleri bile yoktu. Gökyüzünden çağrılıyordum yine; kanatlarımdan yuva yapıp yaşlı kadınla kimsesiz erkek çocuğuna şefkat dolu yorganlar, nevresimler örtmek isterdim. Mümkün değildi; tek yapabileceğim gökyüzünden, Allah’tan yaşlı kadın ve kimsesiz çocuk için, onların acılarının biraz olsun dinmesi için çiçekler istemekti. Allah duamı kabul etmişti, gökyüzünden yağmurla birlikte kar misali bembeyaz güller dökülüyordu onlar için…
Güllerden birini aldım; bir daha gülmeyecek olan yarınlarım için, bıraktım onlara ve kanatlarımdan son kez umut indirdim yeryüzüne; bu acı düzen artık değişsin, kadınlar bir daha asla zulme uğramasın diye…
Dilara AKSOY