O mel’un günün üzerinden tamı tamına iki yıl geçti. İki yıl önce bugün; balta ile kolumu kesip, Kasap Mehmet’in yüzüne fırlatmıştım. Bu olaydan, sadece on beş gün öncesine yani dizdarlarca haksız yere tutuklandığım o kara güne kadar; kılıç yapımıyla uğraşan, güçlü, kuvvetli bir askerdim. Kendi dükkânımda sürekli kılıç yapıyor, kimseyle konuşmuyordum. Ailem oldukça zengindi ve babam da haksız yere idam edilmişti. Beni amcam okutmuştu. Kimseye minnet etmeyi sevmediğim için kalkıp Anadolu’ya gelmiş ve demircilik yaparak geçinmeye başlamıştım. İşin dışında sadece mescide gidiyor, orada mesnevi dinleyerek huzur buluyordum. Pek bir şey anlamadığım hâlde, ahengi beni duygulandırıyordu. Yine böyle mescitten eve döndüğüm bir gün; sokakta biraz dolaştım, sonra eve gelip uyudum. Sabaha karşı kapım yerinden çıkacakmış gibi, şiddetle çalmaya başladı. Dizdarlar gelmişti. Birkaç altın kesesinin çalındığını, keselerin de evimin yanında bulunduğunu söylediler. Ne yapsam, ne etsem suçsuz olduğuma inandıramadım onları. Ceza olarak sağ kolum kesilecekti.
Olan biteni duyan mahalleli, cimri ve zengin Kasap Hacı Mehmet’e gitmiş. Ondan diyetimi ödemesini istemişler. Yeniçeriler de, bana yardım etmesi durumunda, Kasap Hacı Mehmet’in bütün işlerini göreceğimi vaat etmişler. Kasap Mehmet böylelikle diyetimi ödedi ve kolumun kesilmesini önledi. Bundan sonra da yeniçerilerden aldığı söze güvenerek, bütün işlerini bana yaptırmaya başladı. Sürekli olarak ödediği parayı başıma kakıp duruyordu. Bu duruma sadece bir hafta sabredebildim. Bir gün, yine kasapta çalışırken, kolumu balta ile kesip “Al diyetini!” diye bağırarak adamın yüzüne fırlattım. Hikâyenin buraya kadar olan kısmını zaten hepiniz biliyordunuz. Ancak bundan sonra ne olduğu hakkında en küçük bir fikriniz bile yok. Şimdi size bunu anlatacağım;
Kolumu kesip attıktan sonra; gururlu bir şekilde, kostak kostak yürüyerek dükkândan çıkıp gittiğimi hayal etmiş olmalısınız. Ancak böyle olmadı. Birkaç saniye içinde bayılarak olduğum yere yığılıp kalmışım. Kasap Hacı Mehmet hemen sıhhiyeleri çağırmış. Görenlerin anlattıklarına göre; sıhhiyeler beni gördüklerinde ne yapacaklarını şaşırmışlar. Panikten elleri ayakları zangır zangır titremeye başlamış. Derme çatma bir bezle kolumu boğarak beni hastaneye kadar taşımışlar. Orada bıraktıkları gibi de kirişi kırıp, alelacele ortalıktan kaybolmuşlar. Bundan sonra uzunca bir süre hastanede kaldım ve şu andaki halime gelinceye kadar tam üç ameliyat geçirdim. Üçüncü ameliyattan sonra kolum körlendi ve Koca Ali olan adım Çolak Ali’ ye çıktı.
Kolumu kesip atınca birdenbire onurlu bir hayat yaşamaya başlayacağımı, bundan sonraki hayatımda hiç kimseye minnet etmeyeceğimi, anamdan yeni doğmuş gibi tertemiz olacağımı düşünmüş olabilirsiniz. Ahh dostlar! Kolumu kesip attığım o bedbaht an yok mu? Hayatımda bunun kadar pişman olduğum bir anım daha yoktur. Anlık bir öfkeyle gururuma yenik düştüğüm sayılı saniyeler; bütün hayatımı kararttı. Onurlu ve gururlu bir hayat yaşamak; kendi mutluluğumuzdan bile daha fazla değer verdiğimiz bir şey olmamalı! Gururuma yediremedim lafı ağızlarda bu kadar çok dolaşmamalı! Bunu Çolak Ali olunca anladım!
Hiç kimse beni işe almak istemedi. Zira tek kolla hiçbir işlerine yaramadığımdan, bana nasıl bir iş vereceklerini de bilemiyorlardı. Belki de beni, güvenilmez bir ruh hastası olarak görüyorlardı. Kendi kolunu gözünü kırpmadan kesen bir adam, başka insanlara neler yapmazdı ki? Bana verebilecek basit getir götür işleri varken; oturdukları koltuğun arkasından sessizce yaklaşıp, bir balta da onların kafalarına, kollarına vuracağımdan korktukları için vermiyorlardı belki de? İyiden iyiye umutsuz ve kederli bir adam olmuştum. Eskiden de kendi halinde birisi olduğum ve kimseyle pek bir şey konuşmadığım için insanlar arasına karışmakta zorlanırdım. Ama heyhat! O zamanlar güçlüydüm. Dükkânımdaki devasa örsün üzerinde sürekli demir döven güçlü pazılara, hiçbir zaman ölmeyecekmişçesine çalışan makine gibi bir vücuda sahiptim. Bu yüzden de kimseye eyvallahım yoktu. Hayatımın hep böyle devam edeceğini, gücümden kuvvetimden bir gün bile düşmeyeceğimi hayal ediyordum. Yıllardır; bir dükkânın içinde demir döverek ve şimdi muhtaç olduğum şu insanlardan kaçarak, bütün insani hasletlerimi de köreltmiştim. Yanlarına gidip iki lafın belini kıramıyor, anlatacak bir şey bulamıyordum. Ayaklarına gitmek, konuşmak, iş ve yardım istemek zor geliyordu. Genelde “Ooo Koca Ali hoş geldin” diyerek beni karşılayan esnaf dükkânlarına giriyor, “Hoşbulduk” diye kuru bir cevap verdikten sonra sus pus oturarak, kaçamak bakışlarla kesik koluma bakılmasını önemsemeden, ısmarlanan çayı içip apar topar oradan kaçıyordum. Ara sıra kasap Hacı Mehmet’le karşılaşıyorduk. Hayatından gayet memnun gibiydi. Beni gördüğünde bir anlığına tedirgin oluyor, sonrasında görmezden gelip hiç konuşmadan sessizce yanımdan geçip gidiyordu. Şaşılacak bir biçimde, bu adama karşı içimde en küçük bir kin beslemiyordum. Sonuçta birileri benim adıma; diyetimi ödemesi halinde ona çok minnettar kalacağımı, bütün işlerini yapacağımı, hayatımı ona adayacağımı söylemişlerdi. Adam da diğer herkes gibi beni pek tanımıyordu. Sonuç olarak ben de “Niçin benim adıma böyle sözler veriyorsunuz! Ben hiç kimseye hizmetçi olmam!” dememiş, sessiz kalarak bu teklifi kabul etmiştim. Böylesine havai ve aklı bir karış havada bir adam olduğumu, daha ilk haftada kolumu kesip atacağımı nereden bileceklerdi ki? Aslında kolumu balta ile kestiğim o an oracıkta ölmüş olmalıydım. Böylelikle; onurlu bir ölümle bu bedbaht hayatı hiç yaşamamış olurdum.
O mel’un günden bana kalan ve en çok belimi büken iki hatıra, eksik bir kol ve geçirdiğim üç ameliyatın faturasıdır. Her yeni ameliyatın faturası bir öncekinden çok daha ağır oldu. Zira her biri daha öncesinde yapılan hataları düzeltmek adına yapılan şeylerdi ve her nasılsa her ameliyatta bir şeyler daha fazla bozulduğu için düzeltilmesi daha zor oluyordu. Faturaları ödeyecek durumum olmadığı için uzun süre hastanede rehin kaldım. Aslında en az zorlandığım ve en az mahcup olduğum günler hastanede geçirdiğim günlerimdir. Orada yalnızca, arada sırada uğrayıp beni üstün körü muayene eden doktora ve zaten çirkin olan yüzünü, sanki gerek varmış gibi, daha da ekşiterek tabağıma yemek koyan yemekhaneciye karşı mahcup oluyordum. Ha bir de arada sırada sigara istediğim koğuş arkadaşlarıma karşı. Galiba hastanedekiler de postu oraya iyice serdiğimi, böyle giderse hiç şikâyet etmeden bütün ömrümü orada geçirebileceğimi anlamış olmalılar ki; borçlarım için bana senet imzalatıp taburcu ettiler. İşte bundan sonra dibin dibini gördüm. Artık yatacak sıcak bir yatağım ve önüme gelen bir tas sıcak yemeğim de kalmamıştı. Bazen bir kahvehanede bazen garda uyuyor, bulabildiğim ne varsa onu yiyip içip, çolak kolumla sağda solda biraz dolaştıktan sonra yeniden uyuyacak bir yer aramaya başlıyordum. Hastanede imzaladığım senedin ödeme tarihi gelse de kapağı mahpus damına atsam diye bakıyordum. Ne cebimde beş kuruş param ne de demirci dükkânının önünden geçerken örsün ve ateşin karşısında terden sırılsıklam olmuş kollarımı izlemeye gelen mahallenin kızları kalmıştı.