Şehrin bitimindeki ormanlık alan, yeşil olduğu kadar karanlıktı da. Toprak yol, alabildiğine uzun; ağaçları sağa sola dağıtarak kendine daracık bir alan çalmış . Geceleri orada olmayan şey yoktu. Kavak ağaçlarıyla dokunmuş koca bir toprak parçası adeta. Ay ışığının vurduğu ağaçların gövdesi beyaz uzun insan slüetleri görünümü yaratıyordu. Ağaçların her biri 10-15 metre boyunda. Ürkünç bir tablonun içinde hissettiriyordu bu manzara, haykıran sessizlik adında. Yaprak kımıldamıyordu ancak boğuk bir ıslık sesi yankılanıyordu, silüetler aralarında böyle anlaşıyordu sanki. Islık sesleri dışında ormanda ölüm sessizliğindeki çığlık atma uğraşı yatıyordu. Esinti olmamasına rağmen buz gibi bir ürperti giriyordu insanın damarlarına. Toprak yola girmeden devam eden otoyolun diğer tarafı tam tersine kel bir arazi. Ormanda o kekre toprak ve terli kavak ağaçlarının selüloz kokusu kadar ağır bir koku varsa o da kan kokusu…
…………
Bir çok büyük bankaya hapsolmuş dar bir cadde, insanlar kalabalıktan yürüyemiyor ama kocaman parlak arabalara fazlasıyla yer var. Sahile açılan yola doğru yoğun bir trafik vardı. Sanki yaşam bitmiş insanlar mahşer alanına gidiyordu. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyordu. Sanki herkes bir diğerine karşı çok ağır bir suç işlemiş gibiydi. Herkes sadece hızlıca yoluna gidiyordu herkes aynı yoldan kendi yolunu bulmaya çalışıyordu. Kaldırım büyük bir butik dükkanıyla başlıyordu sonra inci gibi dizilmiş beyaz eşyalarla dolu makina dükkanları ve kuyumcular. Bir bina geliyor sonra insan başını yukarı doğru kaldırma gereği duyuyor. Aşağı doğru kalabalık yeniden göz önünde. Yere düşen, içinde her türlü siyahı ve her türlü beyazı barındıran sigara külü kalın yüksek topuklu devasa ayakkabının tabanıyla yok oldu. Koca ayaklı godaman, 130 kiloluk cesedine bu kez gri bir takım elbise giydirmişti. Üstüne de haki renkte bir palto; oldukça yeni görünüyordu ki zaten böyle bir herifi görenin yüreği ağzına geliyor; “kıçımdaki don yerinde mi” diye ya da “koltuğumdaki ekmeği de iç eder mi” diye… Yerde oturan meczubun üstündeki haki rengi paltoyla yan yana geldiler bir saniyeliğine; hani hakiydi o da bir zamanlar. Bu kel zengin giyimli adam şehrin en zengin işadamı Hulki’ydi. Hulki kaldırımların kimler için olduğunu kanıtlarcasına arabasına bindi doğrudan, kapısını açan şöförünün sol yanağına ” sen benim malımsın her zaman böyle haddini bil!” dercesine iki fiske atmayı ve tombul çenesini iki parmak ileri atıp pis pis sırıtmayı ihmal etmeden. Oturmasıyla araba 3-4 kere yerinde zıpladı.
Meczubun sırtını dayadığı duvar, Hulkinin kapısından çıktığı binanın aynı renkteki duvarıydı. Devasa banka binasının bok rengi duvarları vardı. “para zevkin kusmuğu oluyor değil mi” diyen meczup sigarasını duvarda söndürdü…
………..
-Haykıran sessizlik. dedi tablonun adını soran gözlüklü adama.
-Hımm güzel bir çalışmaya benziyor. Oldukça basit kalmış adı bu tablo için. Ama sormadan edemeyeceğim kim neden böyle bir tabloyu alıp evinin bir köşesine koysun.
-Bu güzel bir soru. dedi ve alaycı bir gülümsemeyle cevap verdi: Bu sergiye katılan hiç kimse ne sanattan ne de tabloların dilinden anlar. Bakın bu insanlar yanlarında çalışan en sadık adamlarının bile yüzüne bakmazlar, onlarla her gün başka bir kişi olarak tanışabilirsiniz. Demem o ki onlar için duvardaki boyayla tablodaki boya arasında hiç bir fark yoktur. Baktıkları her şeyi parayla ölçerler. Ne yazık değil mi? Bu akşam bu sergideki en pahalı resmi alacak kişi onu evinin en zevksiz köşesine gömecek, kendini bu tabloya gömmek dururken.
Gecede en pahalı tabloyu alan Hulki haki paltosuyla arabasına bindi, şöför kapısını kapattı. Hulki öndeki aynanın yansımasından haki paltosunun duruşuna dikkat kesildi bir an paltonun aynı renkteki kemeri, metal toka, bir tek renk tonu farkıyla sergide gördüğü resimler arasındaki eskimiş haki palto resmi, akşamüstü bankanın önünde oturan meczubun üstündeki haki palto… Hulki’nin kafası karıştı başını kaşıyıp bir şeyleri anlamaya çalışır bir tavırla suratını buruşturdu… Şoför arabayı çalıştırdı cd-çalar’dan rastgele bir müzik açtı Bob Dylan-Blood in my eyes. Şoförü kadar müzik zevkine sahip olmayan Hulki bile müziğin büyüsüne kapılıyordu öyle ki aklındaki bütün sorular bir anda dağıldı. Müzikle beraber camlara reklam tabelaları vuruyordu. Bir süre sonra tabelalar bitti, araba otobana girdi ara ara sokak lambası vurmaya başladı arabaya. Araba birden durdu. Bu sırada cd-çalar’da Kanny Rogers-The Gambler çalmaya başladı. Hulki sinirli biraz da tedirgin bir ifadeye büründü. Suratına vuran dışardan ay ışığı vardı, bu ışık suratında bir at görünümünü aldı.
-Ne oluyor Sinan? Niye durdu araba?
-Bilmiyorum efendim, galiba benzin bitti.
-Nasıl benzin bitti dangalak kontrol etmiyor musun? Ne biçim iş yapıyorsunuz anlamıyorum ki!
-Yeni fulledim depoyu efendim, gösterge de normal görünüyordu, depoda çatlak varsa oradan sızmıştır hemen bakarım ben.
-Sizin yapacağınız işin içine tüküreyim ben, bak hemen!
Sinan korkudan allak bullak bir ifadeyle arabadan indi, kaputu açtı, 10 dakika motorla oyalandı, benzin haznesini yokladı, kapıyı açtı:
-Efendim her şeyi kontrol ettim, hiç bir sorun görünmüyor, depoda çatlak falan da yok ama depo boş, biri depoyu boşaltmış olmalı!
-Allah kahretsin! Ne bok yiycez şimdi bu siktiriboktan yerde?
-5 kilometre ilerde bir benzin istasyonu olması lazım, oradan benzin alıp gelirim hemen.
-Çabuk git, al gel!
-Tamam efendim.
Sinan yumruklarını sıkıp söylene söylene uzaklaştı.
……………..
Hulki sinirini atmak üzere bir sigara yaktı. Arabada oturmaktan bunalmıştı. Kapıyı açıp dışarı çıktı, hava çok güzeldi. Gökyüzünde bir tane bile yıldız yoktu. Sadece simsiyah gökyüzü, ve tam ortada ay!
Ay ışığından huzmeler birer slüet taşıdı ağaçlara. Hulki gerinerek yaktığı sigarasını titreyerek yere düşürdü. Tablonun içinde buluverdi kendini; karanlık ve korku dolu! Nafes alışları seyrekleşti. Etrafına bakındı. Yaprak kımıldamıyordu ama derin bir ürperti, buz kesti. Korkuyordu, birkaç metre uzaklaştığı arabaya kadar yürümeye bile cesareti yoktu. Ordu halinde beyaz ve uzun slüetler üstüne üstüne geliyordu. Yutkundu, çenesinden gırtlağına bombeli bir hatla kalınca çizilmiş boğazı büzüldü yukarı çekildi sonra balon gibi eski halini alarak aşağı indi. Slüetler arasından bir gölgenin kendisine yaklaştığını gördü. Kaçamıyordu sanki ayaklarından yere çivilenmişti. Gölge yaklaştıkça belirginleşiyordu. Yaklaşan şey bir cisme büründü ve bir haki paltoya. Meczup kılıklı bir adam durmadan sakin gecenin alevli yatağından Hulkiye doğru ilerliyordu. Birkaç saniye sonra meczup Hulkinin tam karşısındaydı. Göz göze geldi ve ölüme yalvaran gözlerle efendisine boyun eğdi. Meczup paltonun cebinden bir fotoğraf çıkarttı. Oldukça eski ve cepte taşınmaktan yıpranmıştı. Genç bir delikanlı vardı resimde. Hulki yavaşca gözlerini fotoğrafa indirdi. Gözleri büyüdü, damarları belirginleşti. Aynı sakinlikle gözlerini tekrar yukarı kaldırdı. Gözbebekleri büyüyüp küçülüyordu sürekli, doğrudan meczubun gözlerinin içine bakıyordu. Meczubun gözbebekleri büyüdü, büyüdü, büyüdü kocaman bir karadelik açıldı ve Hulki içinde kayboldu.
……………..
Her zamanki gibi tulumlar giyildi ve makinaların başındaki makina yedek parçalığı mesaisi başladı. Büyük bir gıda fabrikası. Gıda boyamasından ürün paketlemesine kadar bir çok makina vardı. Bütün işçiler çarkın bir dişlisi gibi aksatmadan üretmeye devam ediyordu. Bütün bir yorgunluğa, tere, sıkıntılara aldırmadan hızda birbirleriyle yarışıyorlardı. Bir an gürültülü bir ses bütün bir ahengi bozdu. Herkes makinasını kapatıp sağa sola bakındı. Heyecan içinde koşuşuyorlardı. Sonra herkes paketleme kısmına doğru koştu. Paketleme makinasının kontrol paneli kısmı kan gölüne dönmüştü. Makinanın yanında mavi tulumla pek kaynaşamamış bir beden kopuk bir kafayla birlikte yerde öylece yatıyordu. Ömer fabrikanın en genç çalışanıydı. Bozuk makinanın sürekli sıkışan kayışını eliyle kurtarıp işine devam ediyordu her zaman. Patron makinanın tamirini pahalı olduğu için yaptırmamıştı. Ona göre en ucuz şey insandı. Her fırsatta bunu alt çenesini kasıp sırıtarak söylerdi üstelik.
Hulki meczubun gözlerinden okuduğu geçmişiyle irkildi birden bu ürkünç tablunun en zavallı yanı olmak üzereydi. Parmağını bile oynatamıyordu. Meczup fotoğrafı cebine koydu, paltonun kemerini çözdü ve içinde asılı duran motor kayışını çıkardı. Hulki elini tombul boynuna attı, kısık sesle:
– Yo yo yapma. dedi
– Neden? diye bağırdı meczup; daha fazla insanın kanını emesin diye mi?
Meczup bu iğrenç adamın daha fazla nefes almasına müsade etmeyecekti. Tek hamleyle kayışı boynuna geçirdi. kayışı iki kere doladıktan sonra 130 kiloluk iri hayvanı ormana ağaçların arasına çekmeye çalıştı. Hulki bir yandan boynundaki kayışı çözmeye çalışırken bir yandan öylece duruyordu.
Meczup: Destina diye fısıldadı ve Hulki kendini salıp itaat etmeye başladı. Meczubun peşinde öylece yürüyordu.
……….
Büyük bir çukur, içinde balta ve kütük… Koca gövdesiyle Hulkiyi iterek çukura attı ve peşinden kendisi de atladı. ” Tanrı kana susamıştı ve kral Tanrı’ya olan borcunu ödemek için Konstantinapolis’in en güçlü boğasını ona kurban etmek istemişti” dedi meczup kutsal bir kitaptan okur gibi…
Meczup Hulki’nin başını kütüğe dayadı ve tek hamlede baltanın kemiğe kanın Tanrıya olan borcunu ödedi. Haki paltonun cebinden çıkardığı küçük şişeye kan doldurup uzaklaştı. Giderken ardında ölümün sessiz haykırışını bıraktı.