Onlarla tanıştığım ilk günü tam olarak hatırlayamıyorum. Zamanı kavrayamadığım zamanlarda olduğunu biliyorum bir tek. Tam olarak ne olduklarını kestirememe rağmen bakışlarımızın ilk kez kesiştiğini ve gözlerimizle birbirimize bir şeyler anlatmaya çalıştığımızı anılarımın tavan arasından hayal meyal buluyorum. Mıknatıs gibi beni kendilerine çekiyorlardı, çekim güçlerine karşı koyamıyordum. Sanki bedenim onların kontrolü altındaymış da ben de onların dediklerini harfi harfine uygulayan bir kuklaya dönüşmüştüm.
Onlarla sürekli haşır neşir olacağım yere başlamam çok uzun sürmedi. Her güne onları selamlayarak başlıyor, her geceyi uykunun maharetli elleriyle yıldızlarla birlikte gideceğimiz rüyalar alemine varana kadar onlarla birlikte geçirerek bitiriyordum. Az gittim, uz gittim, defter kalem düz gittim, sonunda onların büyülü dünyasına varabildim. Bu dünya daha önce görüp görebileceğim bütün dünyalardan daha uçsuz bucaksızdı. Onlarla daha yeni tanıştığım için ürkek ceylan misali etraflarında dolaşıyordum. Ama onlar sanki 40 yıllık hukukumuz varmış gibi benimsemişlerdi beni.
“Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez.” derler ya, işte ben bu cümleyi o sihirli dünyada ilk kez tecrübe edindim. Her gün beni kendi elleriyle yaptıkları en leziz kelimelerle besliyorlar, billur gibi sesleriyle kana kana susuzluğumu gideriyorlardı. Sanki 40 yıllık kıtlık ve kuraklıktan çıkmışım gibi yiyip içtikçe daha fazlasını istiyordum. Bitmek tükenmek bilmeyen açlığım ve susuzluğum varmış meğer benim. Gülümseyerek “Bu yılların açlığı ve susuzluğu, ondan böyle yedikçe yiyesin içtikçe içesin geliyor. Bu durum senin gibilerde çok sık yaşadığımız normal bir durum.” diye beni telkin ettiler.
Zaman orada Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki gibi işliyordu. Harflerle dolu bir denizin altına dalış yapmış ve dipteki hazineleri görünce yüzeye çıkma isteğim kendiliğinden gidivermişti. Yaşım bunu söylemek için çok küçük olabilir ama bence oradaki hazineler insanoğlu denilen varlığın en kıymetli mücevherlerine ev sahipliği yapıyordu. Onları dile getirmek imkansız, ancak anlatabilmeye çalışırım. Onu da pek becereceğimi sanmıyorum. Daha yolun başındayım, henüz çözemedim kelimelerin şifrelerini.
“Her güzel şey bir gün biter.” cümlesine şiddetle karşı çıkıyorum. Çünkü ben “bitiş” diye bir şey olmadığının farkındayım. Her şey birbirine bağlı zincirler misali bilinmeyen bir güç tarafından evvel zaman içinde birbirine bağlanmıştı. Bugüne kadar kimse onları ayırmaya kalkmadı, gerçi böyle bir şeye cesaret etseler bile başaramayacakları bu dünyada en fazla bilinen imkansızlıklar arasındaydı. Ben ise bu durumu aklımdan hiç çıkarmıyor, sıradaki olana kadar ruhumu zamanın dinginliğinde dinlendiriyordum. Tabiki de araya tadı damakta kalan küçük sohbetler de sığdırmıyor değildik.
Kelimeler, ahh kelimeler… , “Bitmek” fiilinin karşıtı olduğunun ispatı olan, benim için sonu gelmeyecek varlıklar. Ve ben o masalsı dünyaya girdikten sonra asla kendimi yalnız hissetmedim. Etrafım her daim kelimelerle çevrildi. İhtiyacım olduğu zamanlarda “kol kanat” gerdiler. Nefeslerini her an kalemimin ucunda gördüm. Kuş olup uçtum, balık olup yüzdüm, toprak olup bitkileri dinledim onlarla. Dünyanın en güzel şeyi oldular bana ama hiç bitmediler.
Hani “İlk bakış unutulmaz.” derler ya, işte o ilk bakış sonsuza dek sürecek masalın var olma sebebi oldu.