Hikayemin ne başı nede sonu var. Var olduğum o an, o andan itibaren, ne geri dönebileceğim, ne de bir çay molası verebileceğim, bir yolun, yalın ayak, kimi zaman koşarak, kimi zaman yürümeye mecalim dahi kalmadan adım adım ilerleyen yolcusuyum. Kim bilir belkide ölüm döşeğinde bir ihtiyarın son rüyası, o rüyanın ete ve kemiğe bürünmüş, zamanın halkaları arasında savrulup duran bir adem. kaldırım taşları kadar yalnızım, kaldırım taşları… Yitik bir rüyanın dublörü, o muazzam hazzı veren bestenin sahibi, belkide hiç yazılmamış, hiç okunamayacak beyhude harflerle bezenmiş romanın yazarı… Bir kadın göz yaşı döker. Bir umut silsilesi daha geçer ve yoluna gider, gözlerimin önünden. Bir anı canlanır, köşedeki, çerçevesi lalelerle bezenmiş, bahar kokulu aynada. Bir kadın göz yaşı döker ve ben onu kaybederim. Şayet dokunabilmiş olsaydım, bir katre gibi ağır ağır sahibini beklemeden, düşmeyecekti toprağa. Bir kadını ağlatmak, göz yaşını dahi silememek, koca bir ömrü, bir kuyuya, zifiri bir karanlığa atmaktan farksızdı. … Yağmurun cama vurmasıyla, hiç açılmayacak bir kapının çalınmasına benzeyen bir sesle irkildim. Bu koca şehre yağmur yağmaya başlamıştı. Cilası kararmış, kumaşı 15. Yüzyıldan kalma izlenimi veren, oturduğum ahşap sandalyenin çıtırtılarıyla birlikte kalktım ve cama doğru çok hızlı olmamakla beraber bir kaç adım attım. Bir çocuk gibi yağmura konuşuyordum. Menteşesi paslanmış olsa gerek ki tek seferec açılmadı pencere. Yağmur, huzurun maddeye bürünmüş hali, o yağız atlar gibi, toprağa koşuyordu. Uzun zaman olmuştu, böylesine huzur dolu bir yağmur, toprak ve yağmur kokulu bir soluk almamıştım. pencerenin çerçevesine göz gezdirirken, ne kadardır açılmıyordu bu pencere diye düşünüyordum. Hatırlanıyordum. Taze kan gibi damarlarıma aktı o yağmur. Ardından kalbime. Minik bir serçenin yüreğini andırıyordu kalbim, alabildiğine korku ve heyecan dolu, hoyrat bir şekilde alelade çırpınışlar