Her zamanki mekanımızda, Kızılay’ın hafif yukarısında sakin bir kafede oturmuş konuşuyorduk. Anlam veremediğim bir gerginlik vardı üzerinde. Sorsam söylemezdi, biliyordum. Sormadım, birkaç saçma espri yaptım, yumuşasın yüzündeki kasvet. Biraz gülsün diye. Beni kırmamak için gülümsedi. Ne yapacağımı bilemeden latteme döndüm ben, aklımı onda bırakarak. Sonra nedendir bilinmez o başladı konuşmaya, bir şeyler anlattı biz ve “bize ne?” diyeceğimiz hayatlar hakkında. Ne olduysa o an oldu. Gözlerim kararmaya, başım dönmeye başladı. İlaçlarımı almıştım oysa. Uyku düzenim de fena sayılmazdı…
Sonra fark ettim sol göğsümde oluşan iç kanamayı, o da fark etti. “İyi misin?” dedi, korkudan çok pişman gözlere “Evet” dedim. Oysa yalandı bu, ikimizde biliyorduk. Sustum yeniden. Elleriyle saçlarımı okşadı ve çantasını alarak usulca ayrıldı mekandan. “Kahveni bitir bari” diyemedim, “Gitme” diyemedim. Kararan gözlerimi kapatarak sustum öylece. Ölmedim. Bayılmışım sadece. “Kafein krizi” dedi doktor, benim durumumdaki hastalarda sık görülürmüş. Bozmadım doktoru, “Terk edildim, ondan bu kriz” demedim…
O dönmedi. Gitmek istiyordu ve gitti. Kızmadım, hakaretler etmedim ardından. Kötülemedim dost sohbetlerinde, hatta söz bile söyletmedim. Dönmedi.
Dönseydi kızmazdım ama o dönmedi.
Bende kahve içmedim bir daha…