En büyük talihsizliğim kütüphane değil, televizyon çağında doğmaktı. Bazılarımız hem yanlış zamanda hem de yanlış yerde anamızın rahmine düşüyor. Eski bir arkadaşım, Kâlû Belâ’da artık nasıl bir yanlışlık olduysa Amerikalı yerine Türk olarak doğmuş. Onu size anlatmayacağım; bu onun hikâyesi değil. Benim bile değil. Güzel kadınlara aşık olma işindeki başarısızlık, yanlış ihtimallere oynamak gibi birtakım hatalarım ve okuyacak iyi kitapların artık yazılmaması nedeniyle, alkolün sustalı maymunu olmam benim açımdan sürpriz olmamıştı. Her tam zamanlı alkoliğin yaptığı gibi danışmanımın bana önerdiği adsız alkolikler toplantılarına katılmaya başlamıştım. Perşembe, cuma ve pazartesi günleri, saat 19.30’da orta yaşlı, beyaz yakalı keşler olarak karılarımızın bizi niye aldattığını anlamak için uğraşıyorduk.
O akşam arabayı orada bulunma sebebini henüz anlamadığım jandarma otobüsünün arkasına park ettikten sonra terapinin yapılacağı eski SSK binasından bozma iş hanına girip, kum rengi mermer merdivenleri tırmanmaya başladım. Az sonra grup terapimiz için kiralanan düğün salonunun kapısının önündeydim. Hangi yüzeysel orospu çocuğunun fikriydi bilmiyorum ama adsız alkolikler toplantısının yapıldığı yerin karşısına bar açmak komik hatta saçma bile değildi, “ Konseptin amına koymuşsunuz.” demiştim ilk gördüğümde.
Şiddetin anatomisini çıkarmış, büyük kan tanrısı, hayatından sıkılan ve artık siki kalkmayan Türk erkeklerinin medar-ı iftiharı Sefa’yı orada tanımıştım. Fransız kumaşından imal edilen ceketlerin, İtalya’da dikilen pantolon fermuarlarının arasında, paçaları boyuna göre kısa pantolonu, tozdan kahverengiye dönen sarı, kısa kollu gömleği ve cebindeki Samsun 216 sigarası ile karşımda oturuyordu. Boynundan ellerine oradan da bacağına inen boy kelepçesinin ayak bileklerindeki kalın metalle kaval kemiğini kaşıyordu. Bu tablo kapının önünde gördüğüm yığınla jandarmayı açıklamaya yetmişti.
Saçlarının bir kısmı gözlerindeki ferle birlikte kendisini terk etmiş Doktor Cenk, elindeki kahve fincanıyla salona girdiğinde başlamaya hazırdık. Kendine dar gelen ve kalçalarını ortaya çıkaran kotlar giymeyi seviyordu doktor. Bu haliyle gizli geylere benzediğini lisan-ı münasiple söylemek istiyordum ama diğer yandan ondan iğreniyordum, umarım ölürdü. Oluşturduğumuz dairenin ortasına dikilip, kendi etrafında tam bir tur atıp, kalçalarını hepimize eşit sürelerde gösterdikten sonra yeni arkadaşımızı tanıttı, “Sefa Bey ayağa kalkabilir misiniz? Teşekkür ederim. Evet, Sefa Bey aramıza Menemen’den katılıyor. Neyse, ben çok uzatmayayım, kendisi sizinle tanışsın.” Yavşak tebessümü ve John Lenon çakması gözlükleriyle meydandan çekilerek sandalyesine oturdu. Az sonra Sefa bir dağın yerini beğenmeyip başka yere gitmek istemesi gibi garip bir heybetle ayağa kalktı. Bu heybet fiziki değil, tamamen psikolojik. Adamın kendisi 1.70 cm neredeyse; yanakları alkolden çökmüş, öl desen, “Peki.” deyip itaat ederdi.
Hafifçe öksürüp konuşmak için gırtlağını temizledi. Yüzlerimize baktı. Neyi görmeyi umduğunu anlamadım, doktor da anlamadı. Zincirlerinin çıkardığı şıkırtıyla yanında oturup kendisini izleyen muhasebe müdürü Birol’un sigarasını tek hamlede ağzından alıp kendi dudaklarına götürdü. İçine çektiği dumanı salarken anlatmaya başladı. Anlattığı hikâyeyi gözlerinde yaşadığını görmesem inanmazdım.
“Benim adım Sefa. Menemen’de oturuyorum, otoyolun kenarında. Odunculuk yaparım. Pazara yumurta götürürüm. 14 yaşından beri içiyorum. Köylük yer yapacak pek bir şey yok. Babam da parayı karılarla İzmir’de yerdi, okutmadı bizi. Biz iki kardeştik. Ablamı babam kumar borcu yüzünden kerhaneye sattı. Ben 12 yaşındaydım o zaman. 13 yaşımı bitirirken anam öldü. Sonra çok yalnız kaldım. Babam orospulara giderdi, ben evde kalırdım. Tavuklardan da arkadaş olmuyor insana, tavuk neticede.”
“28 yaşında bir baktım evliyim. Aradaki kısım tam net değil kafamda, bölük pörçük anılar işte. Ama üzülmeyin. Doktorlar bana lobotomi yapacakmış, o zaman iyileşip daha mutlu olacakmışım. Neyse, bir gün benim rahmetli karı tutturdu artık içme, diye. “Lan karı,” dedim. “Akşamdan akşama iki şişe şarabım var. Şuna bari karışma.” Bizimki elini beline koydu, zaten ne zaman elini beline atsa korkacaksın karı milletinden. ‘Boyun posun devrilsin tohumuna tükürdüğüm! Sana varacağıma babamın evinde kalıp kendimi bahçede köpeklere, kümeste horozlara siktirsem daha mutlu olurdum. Zürriyetini kuruttu şarap hâlâ içmek için kıvranıyorsun.’ Karının dilinde akrep yuvası vardı, soktukça sokuyordu. Bir aralık her şey karardı. Bir çınlama geldi kulağıma sanırsın İsrafil üflüyor Aleyhisselam*.”
“Elimde motorlu testere, karı dayanmış mutfağın tezgâhına, ‘Sefa kendine gel.’ diye ağlıyor. ‘Izdırabını siktiğimin hayatında seni bana parayla mı verdiler lan?’ derken indirdim testereyi bunun sol omzuna.” “Sefa Bey, çok teşekkür ederiz.” diye araya girmek istedi doktor. Ama Sefa’nın cümleleri doktoru ezip geçiyordu. Doktor Cenk’i siklemeden devam etti 216’dan bir tek yakarak. “Bir kan sıçradı benim karının omzundan tavan kıpkırmızı oldu. Ben hep odun kestim o testereyle ama et de tereyağı gibi ikiye ayrılınca bir hoşuma gitmedi değil. ‘Seni kim dolduruyor lan böyle?’ diye sordum. ‘O avradını siktiğimin Ayfer Ablası mı veriyor bu akılları?’ Tuttum bunun saçlardan kafayı lavaboya soktum. ‘Kelime-i şahadet getir ulan!’ Hem ağladım, hem güldüm, hem de kestim benim karının kafayı. Maksat benim kafa biraz daha rahat etsin. Yerler kan, benim akıl revan, derken hatunun kopmuş kelleyle göz göze geldik; gözlerinde korkuyu gördüm, sevgiyi hiç görmemiştim gözlerinde. Önemi de yoktu zaten. Tatmıştım bir kere etin tadını, kanın sıcaklığını. Testereyi kapattım, mal gibi etrafa bakıyordum. Tavandan kan damlıyordu omuzlarıma, kaslarım gevşemişti, ama yarım hissediyordum. Eceli gelen it cami duvarına işermiş misali kulağımda komşumuz olacak Ayfer’in bed sesi yankılanmaya başladı. Çıkmış bahçeye bas bas bağırıyor. ‘Lan Sefa! Niye bağırtıyorsun o kızcağızı? Az insan olsana, hayvan mı sıçtı seni?’ Zaten nevrim dönmüş, karıyı katır kutur kesmişim. ‘Dur,’ dedim kendi kendime, ‘Dünya’ya bir hoşluk daha yapayım.’ Mutfağın kapısına bastım tekmeyi çıktım bahçeye. Aslında kapı itince de açılıyor ama serde hayvanlık var. Ayfer beni öyle kanla falan görünce, ‘Aboo!’ diye anırıp eve koşmaya başladı. Gözüm dönmüş bir kere nereye kaçıyorsun, öyle değil mi birader? Bu tam kapıyı kapatacak arkadan yetişip bir tekme geçirdim kapının gelişine Ayfer iki seken koridora uzandı. Yerde sürünüp kaçmaya çalışıyor hâlâ, topuğumla bastım ayak bileğine. Kırılan kemiğin bir tatlı sesi var anlatamam. ‘Yetişsene adam karını kesecekler!’ diye nasıl feryat figan ediyor kocasına. Testereyi çalıştırdım, bunun yüzü bana dönük. Tam indireceğim göğüs kafesine kolunu kaldırdı, elini aldım bilekten. Aslında ben önce dilini kesmek istiyordum, kafamı sikti çünkü yıllardır. Bu şoka girdi, kan fışkıran bileğine bakıyor. Topuğumla çöktüm gırtlağına dilini de aldım nihayet. Dünya da kafasını dinlesin biraz! Sonra testereyi bunun ağzından içeri soka soka ortadan ikiye ayırdım kafasını. Çığlıklar, kanlar ortalıkta fink atıyor, Ayfer’in kocası neredeyse cenazede uyanacaktı amına koyayım. Derken açıldı yan odanın kapısı. Bir bana baktı Güven abi, bir de karısının yerdeki kanla kaplı parçalarına. Ayfer’in alyans taktığı parmağına bastığını fark edince ayağını kaldırdı. ‘Kardeşim,’ dedi, ‘Sen beni özgür kıldın ya, Allah ne muradın varsa versin!’ Güveni abi 32 yıldır ne çektiyse artık, karısı ölür ölmez adam gençleşti. Ayfer yerde yatıyor, cesedi hâlâ kanıyor, kocası bana sarılmış bileklerimize kadar kanın içinde bir katile dualar ediyor. ‘Şu yaşıma kadar pek sevgi görmedim ama zaten öyle bir şey yokmuş galiba. Fazla bir şey kaçırmamışım.’ dedim içimden. O adam ara sıra don sigara gönderip minnet borcunu ödemeye devam eder.
“’Daha işim bitmedi. Şu Anadol’un anahtarlarını versene.’ dedim. Aldım anahtarları, doğru kasaba merkezine sürdüm. Bu içkiyi bırakma akıllarını hep mahkemenin gönderdiği o orospu çocuğu danışman sokuyordu karıların kafasına. Seni tenzih ederim Cenk Bey.
“Kasabaya vardım. Gömlek üstüme yapışmış, paçalarımdan kanlar süzülüyor. Ama kafaya koydum, bütün kan gruplarını toplayacaktım üstümde. Arka koltuktan aldım testereyi, danışmanın bürosunun olduğu binaya girdim. Biz götümüze giymeye don bulamıyoruz, pezevengin ofisine çıkan merdivenler bile halıyla kaplı. Yaklaşıyorum kapıya, tam tekmeyi indireceğim, ‘Yuh’ dedim. İçeriden baya baya inleyen bir kadın sesi geliyor. Dayadım kulağımı kapıya işte o zaman emin oldum; danışman içeride pompa çeviriyor. ‘Bak sen gavata, biz de adama karılarımızı emanet ediyoruz.’ diye bir hırs kapladı içimi, gözümü zaten kan bürümüş. Kapıyı açtım sessizce, danışmanın dünyadan haberi yok, hatunun içinde nasıl uçtuysa duymadı öküz, arkası da bana dönük görmedi. Sekreteri yatırmış masaya, bacağın biri omzunda, diğeri belinde. Askısız, siyah, hafiften fırfırlı bir elbise giymiş hatun. Teni nasıl var ya, ipek gibi; ses desen kadife Allah belamı versin ki. Eliyle geriye toplamış siyah saçlarını, adam pompaladıkça nasıl inliyor.” Sefa yutkundu ve biz 17 kişi bu anın hayaliyle sigara yakmaktan kendimizi alıkoyamadık. Cenk bile sigara yaktı, adamın gizli gey olmadığını anlamıştım, ölmese de olurdu artık.
“Bir çığlık attı sekreter beni görünce, danışmanın hevesi kursağında kaldı. ‘Ne işiniz var burada? Kapıyı vurmadan nereye giriyorsunuz?’ diye artistlik yapmaya kalkıyordu pantolonu toplarken. ‘Hayatımın amına koydunuz ulan!’ diye bağırdım. ‘Babamla başladı, sonra hepiniz sıraya girdiniz. Bırakmadınız ki ben de iki gün yüzü göreyim. Bırakmadınız ki okuyayım. Arabalarınızla otobandan geçip giderken ne kadar mutsuz olduğumu görmeyecek kadar hızlıydınız. Neden tıkadınız kulaklarınızı bana? Her bir sese pek değer verirken, benim sesimi neden boğdunuz ulan?’ Bir yandan adama bağırıyor, bir yandan kendimi tutamayıp ağlıyordum. Ağladıkça daha da sıkı sarılıyordum testerenin sapına. Daha da sıkı birbirine kenetleniyordu parmaklarım; hiç sahip olmadığım ailem gibi testereden ayrılmak istemiyorlardı. Çalıştırdım makineyi, elemanın göğsüne koydum tekmeyi. Amele sümüğü gibi duvara yapıştı. Çekememişti hâlâ pantolonunu; testereyi bacaklarının arasına dik şekilde koydum, taşaklarından başlayıp bütün takımı ortadan ikiye yardım. Kanla karışık döl akıyordu soysuz heriften. Baktım adam bok çuvalı gibi yığıldı kenara. Böyle ölsün diye bir daha vurmadım adama ama ölmemiş kangren olmuş. Neyse, döndüm arkamı hatun masanın üstünde kurbanlık koyun gibi beni izliyor. Baktım parmağında alyans, ‘Evli misin?’ diye sordum. Korkmuş orospu, ‘Evet.’ diye kekeledi. ‘Seven bir adamın kalbini kırmaya utanmıyor musun?’ dedim. Bunun diz kapağına indirdim testereyi o bağırdıkça daha da kesmek istedim. Ben öyle güzel bir feryat duymadım daha önce. Öteki bacağını da aldım kaval kemiğinden. Yavaş yavaş buduyordum bu güzel ve narin ağacı. Tepeden tırnağa her yerim kan, ofis desen benden aşağı kalır yanı yok. Bir ara gözüm kaydı, baktım hatunun göğüsler elbiseden fırladı fırlayacak. Önce sol göğsüne indirdim testereyi, sonra sağ göğsüne. Löp löp et düştü yere iki parça. Hatunu bir süzdüm şöyle acıyarak, böyle bıraksam hayatı pek anlamsız sürecek, diye düşündüm. ‘Allah taksiratini affetsin.’ deyip, bunun göğüs kafesine testereyi diklemesine daldırdım. Kaburgalar, akciğerler derken kime ait olduğu belli olmayan kalbini de söktü attı testerenin dişleri.
“Tam her şey bitti, gidip teslim olayım, derken o metalik sesi duydum. ‘Elindeki suç aletini bırak. Yavaşça dışarı çık. Sana zarar vermeyeceğiz. Artık kimsenin ölmesi gerekmiyor.’ Ben gidecektim ama jandarma gelmiş ayağıma. Masada duran soda şişesini aldım, içim kurumuştu adaleti sağlamaktan. Bacaklarım titremeye başladı merdivenlerden inerken. Etrafta insanlar koşuşturuyordu. Askerde deliyim diye bana vermedikleri G3’ler üzerime doğrultulmuş. Çocukluğum gibiydi; yine benden başka herkesin güzel oyuncakları vardı sanki. ‘Elindekini yere bırak.’ diye bağırdı kışlık odunlarını kestiğim jandarma komutanı. Zaten mecalim kalmamıştı hiçbir şeye, merdivenlerin başında diz çöktüm. Testereyi bıraktım, o da çok hırpalanmıştı yaşanan onca şeyden. Devlete değil, Allah’a teslim olmak istiyordum. Susuzluktan öleceğim sandım. Sodayı kafama dikmek için kaldırdım, tek el silah sesi duyuldu. Şişe elimde tuz buz! Babamın tokatları gibi suratıma döküldü camlar, ablamın satılmadan önceki kahkahaları gibi kulaklarımdaydı kırılan camın sesi. Açtım gömleğimin yakasını, kaybettiğim ne varsa bir bir envanterini kazıdım göğsüme elimdeki şişe parçasıyla. ‘Birbirinizle daha sık iletişim kurmalısınız,’ demişti erkeklikten men ettiğim danışman. Farklı bir iletişim dili geliştiriyordum kendi bedenimde, kendi harflerimle, kendi alfabemi yaratıyordum. Kaybedilen her şeyin eksiksiz olarak üzerine kazındığı bir kitabeydim artık. İşte ağalar benim hikâyem budur. Sekiz aydır tek damla içmedim. Temizim.”
Doktor Cenk ayağa kalktı, sararmıştı. Belli ki meslek hayatında ilk defa böyle bir vak’aya rastlıyordu. “Sefa arkadaşımızı paylaşımı için alkışlayalım.” dedi boğazına yapışan ses tellerini zorlayarak. Kendimi daha fazla tutamazdım ayağa fırladım. Ceketimi ilikleyip muzaffer bir komutanı karşılayan komite başkanı gibi alkışlamaya başladım Sefa’yı. Personel müdürü Yavuz, muhasebe müdürü Birol, yapım asistanı Kenan ve diğer beyaz yakalı alkolikler… Az sonra 17 adam bizi şiddetin bahçesine sokan, hak etmediği hayatı hak ettiği gibi sonlandırmasını bilen müebbet mahkûmu alkışlarımızla selamlıyorduk.
*Ah Muhsin Ünlü yeniden şiir yazmaya başlasın.
Çağatay BAYIR
05.01.2014