Bu öykü ilk kez At Kafası Dergisi’nin 1. Sayısında yayınlanmıştır.
“Tüm yazılmışların içinde en çok kanla yazılanı severim. Kanla yaz, göreceksin ki kan, tindir.”
F. Nietzsche
Karanlık, havasız ve göt kadar bara girdiğimde saat bire geliyordu. Gireni-çıkanı rahat görebilmek için yine o köşedeki masaya oturdum. Bir bira söyledim. Köpüklü ve altın rengi içkimi yudumlarken mekandaki diğer müşterilere bir göz attım. Zavallı insancıklar… Para ve seksten başka hiçbirşey düşünmeyen, günü kurtarmak için yaşayan biyolojik makineler… Gözlerim bu ayyaş erkekler topluluğunun içinde bir kadın aradı. Oradaydı, bar tezgahının önündeki o rahatsız taburelerden birine tünemiş, salına salına kokteylini içiyordu. Hemcinsimin her yerinden bayağılık akıyordu. Sırtına inen dağınık sarı saçlarının dip boyası gelmişti. Yüzündeki simli ve abartılı makyaj yer yer bozulmuştu. Üstündeki çirkin göğüs dekolteli elbise buruş buruştu ve daha da kötüsü belli ki dar geliyordu. Biramı alıp kararlı adımlarla kadının yanına gittim. Oturdum. Kadehimi onunkine dokundurup kafama diktim. Kadın karşısındaki küt saçlı, makyajsız, siyahlar içindeki hemcinsine şakınlıkla baktı ve “Tanışıyor muyuz?” diye mırıldandı. “Ben seni ve senin gibileri tanırım.” dedim bardağı masaya koyarken, “Ama sen beni tanımazsın. Birini mi bekliyosun?” Kadın huzursuzca kıpırdandı, kolundaki kocaman saate baktı, -muhtemelen hediyeydi- huzursuzca kıpırdanarak “Evet.” dedi. “Gelmez, hiç boşuna bekleme.” dedim yanından kalkarken. Hesabı ödedim, bardan çıktım, sokağın ucundaki apartmanın arkasına sığındım. Şansımın yaver gitmesi için dua ederek beklemeye başladım.
Yarım saat geçti geçmedi, barın neon ışıklı tabelasının altında belirdi. Koca poposunu ve pörsümüş göğüslerini sallaya sallaya yürümeye başladı. Sarhoştu, -ki bu daha iyiydi- direnemeyecekti. Binanın arkasından çıkıp sessizce onu takip etmeye başladım. Sol cebimden küçük bir şişe, sağ cebimden bir mendil çıkardım. Şişedeki eteri mendile döktüm. İyice yaklaştığımda mendili o yassı suratına yapıştırdım. İki saniye sonra ayaklarımın dibinde baygın yatıyordu. İlk etap tamamdı.
Uyandığında tavana baş aşağı asılmış buldu kendini. Çırılçıplaktı. Korkulu gözlerle bana baktı. Cilasız tahta masamın başında oturmuş keyifle onu izliyordum. Canlı bir çeşme gibiydi şimdi kadın. Bir kan çeşmesi. Vücudundan akan koyu kırmızımsı sıvı, yerdeki plastik leğene damlıyordu. Onu barın önündeki külüstürüme bindirmek pek zor olmamıştı. Yıllardır en vahşi sırlarımı saklayan bu sığınağa getirip, tavandaki çengellere baş aşağı asıp, el-kol ve bacaklarındaki arterleri ustaca kestikten sonra, geriye manzaranın keyfini çıkarmak kalıyordu. Gözlerimi kapadım. Derin bir nefes alıp gülümsedim. Bir süre sessizliği dinledikten sonra ayağa kalktım. Masanın üstündeki mürekkep şişesini alıp kadına yaklaştım. “Lütfen… Bırakın beni…” diye sayıkladı. “Hah, ne diyorsun kadın sen?” dedim alaycı bir üslupa. “Belki de ilk kez, ulvi bir amaca hizmet ediyorsun! Gurur duy!”
Minik şişeyi leğendeki kanla doldurup masama döndüm. Oturdum. Önümdeki boş kağıdın beyazlığı gözümü alıyordu. Kadın durmadan sayıklıyordu. Köşedeki kuş tüyü kalemi alıp şişeye daldırdım. Birdenbire binlerce ses kulaklarıma dolmaya, binlerce görüntü gözlerimin önünde canlanmaya başladı. İşe yaramıştı. Her zamanki gibi. Tanrım, bu hazzı tatmak için daha yüzlerce kişiyi öldürebilirdim! Şöyle bir etrafıma bakındım. Kadının sesi kesilmişti. Mürekkebim bol, etraf sessizdi. Öne eğildim ve büyük bir iştahla, hoyratça yazmaya başladım.