”şıp, şıp, şıp…”
Alnıma damlayan üç damlanın da tesiriyle sağ gözümü yavaşça açabilmiştim. Etrafım, uzandığım yer, olabildiğince soğuktu. İlk defa uyandığım yer, yılların eskitmiş olduğu oysa benim bir ömür hayat arkadaşım olabilmeyi başarmış yatağım değildi. Bu durumda bana çok yabancı olan, kuvvetli ihtimal de bir daha uğramayacağım bu yerden kalkıyorum. Soğuktan bacaklarım tutulmuş olacak ki birkaç kişinin yardımı ile ancak bedenim uzaklaşıyor oradan.
Dışarı çıkıyorum. Bugün güneş gözlerimi kıstıracak kadar kızgın değil sanırım bana, bu yüzden çevremi hiç olmadığım kadar dikkatli süzebiliyorum. Yol boyunca çokça tanıdık yüz görüyorum, hepsinin yüzü asık; aynaya baksalar kendilerine bile gülümseyecek halleri yok. ”Acizlik bu!” diye düşünmeden, kızmadan edemiyorum. Yine de altın bilezik olarak edindiğim bu sükunetimi korumayı yeğliyorum. Ben bu sükunet içindeyken, insanların bana ilginç ilginç, sanki halime üzülüyorlar gibi bakmasına anlam veremiyorum. Meraklı gözlere meydan bırakmadan çabucak geçiveriyorum oradan. Eve yaklaşmak üzere olduğumu fark edip içimdeki rahatlığı gökyüzüne dikili gözlerim sayesinde kuşlarla paylaşabiliyorum ancak. Sokağın girişine geldiğimde bu sessizliğe alışmamış kulaklarım çocuk gürültülerini arıyor: ”Haydi Nuri amca, top sende.” Duyamadığım seslerin hüznüyle köşeden evimi görünce buruk da olsa gülümsüyorum. Yıllar önce evin sokağın başından görünen kısmına çizdiğim kuş resmini görüp hiç olmadığım kadar mutlu oluyorum. Tam orda duruyorum nedenini bilmeden, sabit bir noktada çakılı kalmış, istesem dahi hareket edemeyecek gibi. Gözümü ayırmıyor, sadece ona bakıyordum. Belki de hatırlattıklarına… Yağmur yağsa dahi uçup gitmezdi evimin duvarından diyorum ve gülüyorum kendi kendime. Hatırlıyorum boyayı alırken boyacı adama söylediklerimi: ” Aman diyeyim, karda da kışta da uçup gitmeyen bir şey olsun!”
Kendi iç sesimle şakalaştığım sırada bugün yalnız olmadığımı farkediyorum. Evimde misafirlerim var, gördükçe hepsini şaşırıyorum. Şaşkınlıkla odanın ortasına geçiveriyorum. Yılların vermiş olduğu yabancılaşmadan olsa gerek hiçbiri başını kaldırıp da selam vermiyor. Uzun bir süre sessizce oturuyoruz, sürekli sesine aşina olduğum televizyonum bugün kapalı. Misafirlerin yanında açmanın da hoş olmayacağını düşünüp oturduğum yerde insanların yüzlerine bakmaya devam ediyorum. Nerdeydiniz bu zamana kadar demek geliyor içimden ama bir cesaret alıp söyleyemiyorum, hepsinin yüzünde aynı mahzun ifade beni de mahzunlaştırıyor. Yaşadığım bu kısa boşlukta evin duvarlarına takılıyor gözüm. ”Ah!” diyorum. ”Yine sıvası dökülmüş tavanın.” Üstelik dökülen parçaların bir kısmı da komidinin üzerinde duran fotoğrafımı kaplamış. Saçlarıma aklar düşmüş gibi duruyor deyip tam karşımdaki aynaya yüzleşiyorum. Aynanın kıkırdamaları bana görüntü olarak yeterince yansımış ve iç sesimi de tek bir silüetle susturmuştu.
Misafirlerim bu sessizlikten sıkılmış olacaklar ki benimle tek kelime bile konuşmadan ayağa kalkıyorlar. Yanlarında yürüme gereksinimi duyuyorum bir süre. Gidecekleri yere gitmek istemiyor gibi yavaş yavaş yürüyorlar. Derken sokağın başından imam efendi çıkıyor bizimkilere katılarak yürümeye devam ediyor. Düşünüyorum: ”Vay be bizim imam yürüyüşe de çıkmayı severmiş.” İmam efendinin gelmesi ile geride kalan bir kaç kadın görüyorum, bakmaya devam ettikçe azalıyor sayıları. ”Ah be imam efendi!” diyorum, ”Tam da zamanında geldin!” Uzakta bir tanesinin kaldığını görüyorum, bileklerine kadar uzanan siyah bir elbise var üzerinde, yılların anısını üzerinde taşıyormuşçasına öylece masum duran. Gözlerim yaşlılıktan olsa gerek pek seçemiyor kim olduğunu ama yanına gidip durmasının sebebini sormak istiyorum. Ruhum bedenimden ayrılıyormuş da onun yanına koşacakmış gibi hissediyorum. Tabii yanımda yürüyen onca insana ayıp olur düşüncesi ile yola devam ediyorum.
Değişik bir kapıdan giriyoruz ve tüm havam değişiyor, ferahlıyor içim ağaçların bolluğundan. Burası bizim evden bile sessiz diye düşünüyorum. Fazla dolambaçlara sapmadan düz ilerliyoruz, değişik bir mekan diye geçiriyorum içimden. Bilseydim daha önce gelirdim diyorum. Çokça zaman insanın kaçmak istediğinde gelmek isteyeceği bir yer gibi. Ama nasıl kaçmak?…
Bunları düşünürken gözüm hala arkada siyah elbiseli kadını arıyorken kapı girişinde uzaklara dalmış bir şekilde beklediğini görüyorum. O arada kendimi serin bir yerde uzanırken buluyorum, bol toprak kokulu. Artık bir cesaret kafamı yattığım yerden kaldırıp kendisine işaret etmek istiyorum ama kafam nerden geldiğini anlamadığım bir tahtaya vuruyor. Anladıklarım o an bana yetiyor. Geri uzanıyorum. Tüm yolu benimle yürüyen insanların teker teker yanımdan ayrıldığına tanık oluyorum ama şaşırmıyorum. Sonra birden gözüm takılıyor, siyah elbiseli kadın bana doğru yaklaşıyor. Adımları pek ürkek, sanki zaman kavramından kaçmak ister gibi… Yaklaştıkça görmekten aciz gözlerim, tüm duyu organlarımın ayrı ayrı yaptığı işlevleri tek başına yapıyor. Duyuyor, hissediyor, kokusunu alıyor. Bu Şükran’dı. Heyecanlanıyorum, yıllarca büyük bir aşkla seni beklemişken diyorum, şimdi olacak iş mi! Geçmişin tüm güzelliği tam bu zamanda yerini buluyordu. Hayatı boyunca birbirine sarılmak için kollarını kaldırmış iki kuklayı oynadık birlikte, sadece gözlerimiz buluştu diyorum, isyan edercesine tüm içimdekileri haykırmak istiyorum ama beni duymadığı gerçeği tahtanın alnıma vurması gibi geliveriyor aklıma. Söyleyecekleri var gibi oluyor, bekliyorum. Gözünden akan iki damla yaş, toprağımın ilk sulanışı oluyor. İlk ve son konuşmamızı işte o zaman yapmış bulunuyoruz:
”İmam efendi sorduğunda cevap verememiştim, ben de bizzat sana söylemek istedim:”
”İyi bilirdik. Hem de çok iyi…”