Biliyordum ruhundaki yansımaların beni o denli derine çekeceğini. Atlamamalıydım önüme sunduğun o korkutucu, karanlık ve güvenilmez boşluğa. Atladım… Sahi hangi ara atladım? Hangi ara bir tek ben kaldım o boşlukta? Şimdi yüreğin nerde senin? El yordamıyla bulmaya çalışıyorum. Yeşil tüylü battaniyenin üstünde geziniyor ellerim. Yüzün yerde, sırtın bana dönük artık…
İçimden çıkıp gelen atlılar gibisin. Direniyorum; senin senli hallerine… Tüküresim var kendime, sana, aynadaki içi geçmiş kof görüntüme… Saat beş şimdi. Geceyle sabah arası bir yerlerdeyim ben. Su çırpıyorum yüzüme. Gözaltı torbalarıma bakıyorum. Alnımda çıkan sivilcelere. Beni benli hallerimle yalnız bıraktığından beri daha da çoğaldı yüzümdeki bu irin haritası. Kırmızı gözlerimden çıkan donuk bakışlarla bakıyorum. Sadece bakmak ve susmakla yetiniyorum. Gerçeği istiyorsan evet ağladım arkandan. Ağladım çünkü sınırlarımızı genişletmişim gözümde zaman geçtikçe sen küçültürken…
Yağlı saçlarımı bir dişi kırılmış tokayla tutturuyorum. Makyajım akmış. İyice çirkinleşmişim. Bak! Kaçıp gitmen için bir neden daha. Yatağın beyaz çarşafları yere düşmüş. Yatağın dibine çöküyorum. Soğuk yer taşlarına uzatıyorum çıplak bacaklarımı. Kırmızı ojeli tırnaklarıma bakıyorum. Komodinin üstüne gidiyor elim. Jelatinli kağıdından çıkardığım kan kırmızısı şekeri atıyorum ağzıma. Kırmızının içinde kayboluyorum. Şeker fazlaca tatlılaşıyor. Yutkunuyorum… Göğsüm şişiyor, iniyor sonra tekrar şişiyor, iniyor, şişiyor, iniyor…
Ne diyordu şair? Sanırım şöyleydi :
-“Agathe, uçtuğu var mı ruhunun ara sıra “
Bu mısraydı beni meşgul olduğum işten alıkoyan. Yüzümü karanlık odadan güneşe doğru çevirdim. Havasız bu odada daktilo sesleri bir tını oluşturuyordu kulağımda. Tam da böyleydi işte uçuyordu ruhum. Günlerdir anlayamadığım bu duyguya bir ad koyabiliyordum şimdi. Uçuyordu ruhum ve yalpalıyordu kimi zaman. Kanatlanıp gökyüzüne şekiller çiziyordu. Fakat kafa yoramıyordum bunun üzerine. O yüzden boğucu karanlığa gömdüm başımı. Daktilonun tuşlarına basıyorum tek tek…
Saat beş. Susuyor daktilo sesleri. Kapanıyor karanlık odanın kapısı. Yağmur başlıyor. Gök gürültüsü inletiyor etrafı. Yağmur yağıyor ve bitiyor. Toprak kokuyor. Güneş açıyor. Dik bir yokuşu çıkıyorum ben. Zamanın bolluğundan bıkıyorum artık. İki katlı komşu evin kapısına yatmış köpek. Islanmış tüyleri. Köpeğin kafasını okşuyorum. Beynimde hala o akşam… Eve giriyorum. Mutfağa yöneliyorum. Kimisi sararmış maydanozları atıyorum suya. Kırmızı domatesleri yıkıyorum. Bir limon kesiyorum. Limonu atıyorum ağzıma. Ekşi… Ve hala o akşam aklımda…
Kırmızı rujumu sürüşüm, saçlarımı savuruşum… Bir kadının parmakları geziyordu sırtında. Güzeldi kadın. Alabildiğine güzel ve yaramaz çocuk bakışları… Bendim o…
Neyse ki yer yer rengi solmuş o eski kanepede uyuyakalmıştı.