“Sana şimdi ‘Çok garip bir rüya gördüm.’ Cümlesini kurarak klişeler evreninin doruklarına ulaşmanı sağlayacağım. Sen de en nihayetinde ‘Hayırdır inşallah.’ Diyeceksin. Hayır mı, şer mi bilmiyorum, ama hayatımın en ilginç rüya deneyimini yaşadım.”
Cümlemi tamamlamamla Eda’nın soru selinin başlaması bir oldu. Eda, tanıdığım en meraklı yaşam formuydu; en basit bilgiyi dahi sonsuz açıdan sorgulayan bir tiple dostluk kurmak rüyamda gördüğüm gezegenin en belirsiz yerinde bir gece geçirebilmek kadar zor görünse de halimden oldukça memnundum. Birbirimize öğrettiğimiz ve hâlen öğretmekte olduğumuz onlarca özellik vardı.
Eda ile üniversitede tanışmıştık. Tanışmamız rastlantısaldı, ikimiz de gireceğimiz bir dersin boş olduğunu bilmiyorduk ve sınıfta yalnızca ikimiz vardık. Bir sonraki ders üç saat sonra olacağı için kantinde oturmaya karar verip kısa süre içinde “Kızla erkek arkadaş olamaz! Tabusunu yıkacak kadar yakın arkadaş olduk. İkimizin de hayal gücü ile mantığı büyük bir dans gösterisinde başrol oynadığı için aramızdaki bağın sarsılmaması gayet doğaldı.
Rüzgârın şiddetlenmesiyle birlikte Eda soru kroşelerini yüzümde patlatmaya devam ederken fırsat bulup rüyayı en başından itibaren anlatmayı başardım. Tüm rüyamı anlattığım süreçte sanki tekrar oradaymış hissine kapılıyordum, bu yüzden sık sık frenleyip mini geyik muhabbetleri kurmayı denedim. Eda bir dâhinin zekâsına sahipti, kaşlarımın kalkış derecesini analiz ederek tedirginliğimi hissetmişti. Bu yüzden merakını dizginleyip bana “Rüyanı anlatmaya devam et artık!” tarzında telkinlerde bulunmuyordu. Duraklayarak anlattığım rüyanın sonunda eklemede bulundum.
“Uyandığımda rüyayı o an görüyormuşum hissine kapıldım. Sanki rüyada bulunduğum yer, beşerî hayattakinden yüzlerce kat gerçekti. İşte bu his kafayı yemekle yememek arasındaki ince çizgide bulunmama sebep oldu.” Eda’nın hafif çekik gözleri uzun zamandır olmadığı kadar anlamlı bakmaya başlamıştı ve yanağındaki çukur da bir o kadar derinleşmişti.
“Gördüğünün rüya olduğuna emin misin? Ya gerçekte orada olduysan?”
İnce ses tonunun değişmesiyle birlikte dudaklarından çıkan en tehlikeli olasılık karşısında beynimin sol kısmının tamamen karıncalandığını ve hemen ardından ense tüylerimden itibaren tüm bedenimdeki tüylerin diken diken olduğunu hissettim.
“NEDEN ÖYLE BİR KANIYA VARDIN?”
Bağırışıma engel olamamıştım. Sık sık oturduğumuz kafe henüz yeni açıldığı için kafede bizden başka müşteri yoktu; bu yüzden sesimin yükselmesi ortamda negatif bir etki oluşturmamıştı.
“Çok basit sevgili kankacığım. Düne kadar rüyaları yaşarken hiç “Neredeyim ben?” diye sorguladın mı? Düşler dünyasındayken hep bulunduğun ortamın bilincinde olduğun hissine kapılıyordun. Yani bir savaşın içindeyken, o savaşın neden yaşandığını ve kişilerin kim olduğunu biliyordun. Beynin yaşanmamış olayları yaşanmış olarak ele alıyordu, bu da rüyada olduğunu fark etmemeni sağlıyordu. İşte bunun farkına vardığında ya uyanıyorsun ya da Lucid Rüya görüyorsun.”
Eda sözlerini kendinden o kadar emin bir şekilde sarf ediyordu ki, kurduğu her cümleyi bilimsel bir kuram olarak dünyaya aktarma isteğinde bulunuyordum.
“Lucid Rüya konusunda rüyanın içinde testler yaptım kendime. Uçmayı denedim, ama…”
Eda kırk yılda bir yakaladığı ciddiyetini denize fırlatıp kahkaha atmaya başladı.
“Dua et kendine zarar vermedin şapşal!”
Eda haklıydı; uçmayı tehlikeli şekillerde deneseydim belki de ölmüştüm. Fakat bu kulağıma hiç olmadığı kadar klişe geliyordu ve klişelerin yerine göre düşünülmesinden yanaydım. Fakat sonsuz olasılık deryasının içindeydim ve bu ihtimali dahi olasılıkların içinde barındırmalıydım.
İki çay sipariş ettikten sonra Eda lavaboya geçti ve ben bir süre boyunca telefonumda oyalandım. Rüya hakkında uzunca konuşmama rağmen dün gecenin etkisinden tam olarak çıkmayı başarmıştım. Ayrıca rüyamı suya anlatır gibi Eda’ya anlatmak da içimi bir o kadar rahatlatmıştı.
“Vay be, toz pembe kâbusu da ilk defa duyuyorum he.”
Eda’nın rüzgârdan dolayı savrulan upuzun, düz ve kömür siyahı saçlarını taramış olduğunu fark ettim. Masaya gülerek gelmesi ise istem dışı benim de gülmeme neden oldu. “Aynen öyle, hiç güzel bir durum değil. Belirsizlikler içinde kalmanı asla tavsiye etmem.” Diye karşılık verdim ve “Cesaretimi toplayamazsam göz altı morluklarım oluşmaya başlayacak. Karşında çirkin bir çocuk görmek istemezsen bir an önce çözüm üretelim.” Diyerek sözümü tamamladım. Eda bir çocuk gibi içten kahkahalar atıyordu. Onun gülüşü benim için tam bir motivasyon kaynağıydı.
“Gördüğün rüya her ne kadar sıra dışı olsa da yaşadıklarının sıradan bir rüyadan ibaret olma olasılığı var, biliyorsun değil mi?”
“Evet Eda. Olasılıkları sınırlandıramayız.” diye karşılık verdim. Cümlemi tamamlamamla Eda’nın yüzünde aydınlanma oluşması bir oldu ve “Şimdi birkaç hamle planlayarak seni oralarda heba etmeyelim. Bakarsın devasa bir kaplan sürüsünün içinde bulursun kendini… Düşünmek bile istemem, hahaha!” diye yanıtladı. “Öyle bir durumda doğaçlasam ne yazar ki?” diye cevap verdim gülerek.
“Doğaçlarsan tüm sürüyü evcilleştirirsin.”
Eda’nın ağzından özlü söz misali bir cümle çıkmıştı ki bu kadar derin anlam barındıran cümleyi kurması şaşkınlığımı kat be kat artırmıştı.
“Bundan nasıl emin olabilirsin? Ya doğaçlayarak ölürsem?” Eda’nın kendinden emin tavrının sebebini çözemiyordum. Birkaç saniyelik tebessümünün ardından dişlerini göstererek gülmeye başladı. “Söylesene kızım, ne sırıtıyorsun?” diye çıkışmaya başladım hafif sinirli bir role bürünerek.
“Dur, ben de şaşkınım şu an. Nasıl çıktı o söz benden ya?”
Eda’nın bu sözüyle birlikte adeta nakavt olmuştum.
“Sen o sözü uydurdun mu şimdi?”
“İroniye bak ya, doğaçlamayı doğaçlayarak açıkladım sanırım. Bu söz kulağına küpe olsun Doruk. Eğer ortada gerçekten sıra dışı bir durum varsa senin bu durumun içinde olman tesadüf olmamalı. Seninle çok eski bir dost değiliz, ama kısa sürede kırk yıllık arkadaştan öte olduk; kardeş olduk. Nasıl bir hisse kapıldığını anlattığında çok korktum, aklını kaçırma noktasına gelmişsin çünkü. Bunun tekrarlanmasına ya da başına bir şey gelmesine mutlaka engel olacağım. Bana her şeyi anlat, olur mu? Yalnız değilsin.”
Eda belki de benim kadar garip tek insandı. Hem deli dolu hem ciddi hem de duygusal bir yapıya anında bürünmesi ve hiçbir karşılık beklemeksizin “arkadaş” sıfatını kusursuzca taşıması beni ona tam anlamıyla bağlamıştı.
“Sana ne kadar teşekkür etsem az, biliyorsun değil mi? Aynı durum senin için de geçerli. Daima yanındayım.”