“Bu his…”
Aniden uyanmıştım, gözümü açamıyordum. Muhtemelen bu durum gözümdeki çapaklanma sonucu oluşmuştu. Rüzgârın ürpertici etkisi yüzünden ister istemez doğruldum. Hissettiğim ilk durum gerçekliğin doruklarında olduğumdu; ikinci kez, uykuya dalmadan önce rüyada olduğum hissine kapıldım. Gözümü ovuşturduktan sonra yavaşça açtım.
“BU-BURASI…”
Bir gece önce gördüğüm rüyada bulunduğum yerdeydim. Sanki burada olmamı isteyen güç “Her şey şimdi başlıyor!” diye bağırıyordu.
“Mademki rüyadayım, tıpkı Eda’yla konuştuğum gibi doğaçlamalıyım. Keşfetmeliyim bu gezegeni. Neyin içindeyim bilmiyorum, belki kendimi hiçliğin ortasında bulacağım, ama doğaçlamaya başlamazsam…”
Cümlemi yarıda kesip beynimi boşaltarak okyanusa paralel şekilde ilerlemeye başladım ve birkaç dakikanın ardından, upuzun, ortasından çimenlerden oluşan bir yol geçen, ağaçların yolun iki yanını kapladığı yere saptım. Hissettiğim her şeyin yaşadığım yerden çok daha gerçek hissettirmesi beni bu gezegene daha çok bağlıyordu; eğer sevdiğim insanlar Dünya’da olmasaydı geri dönmeyi düşünmeden buranın kâşifi olabilirdim. Hoş, çocukken her doğum günümde evrenin kâşifi olma dileğini kurardım ve kimseye dileğimden söz etmezdim. Gözümü her kapadığımda kâinatı görürdüm karanlığın içinde; zifiri karanlığa sonsuz galaksiler eklerdim. “Her bir galaksinin içinde kim bilir Dünya gibi trilyonlarca canlı barındıran kaç gezegen vardı?” diye sorgular, saatlerce uykuya dalmadan sonsuz düşler kurardım.
“Doğum günü dileğim gerçekleşiyor olabilir mi?”
Yol, doğaya hiç zarar gelmeden ayrılmıştı ve gece olduğunda, yolun kenarındaki çalılar ve ağaçlar tıpkı yüzlerce telefon fenerinin aynı anda açılması gibi parlıyordu. Muhtemelen geceleri, uydu ile birlikte dünyadaki ateş böceklerinin benzerleri aydınlatıyordu tüm gezegeni. Fakat devasa gece lambası da tıpkı yıldızı gibi hızlı batmaya kararlıydı ki yola girene dek gökyüzünden kayboldu.
Üstümde uyurken giydiğim pijamalar vardı ve yalın ayaktım. Ayaklarıma değen çimenler o kadar yumuşaktı ki, dünyadaki tüm halıların bu çimenlerden oluşmasını düşlememek elde değildi. Çimenlerin görünümünü daha yakından incelemek için eğildiğimde, her bir çimenin ucunun dört küçük çimene ayrıldığını ve ayrılan çimenlerden yalnızca birinin yanındaki çimenin tek parçasıyla birleştiğini fark ettim. İster istemez arkamı dönüp bastığım yerleri incelediğimde hiçbir çimenin zarar görmediğine şahit olup, sanki tüm gezegenin birbiriyle bir bütün olduğu hissine kapıldım. Hiçbir vahşilik göremiyordum attığım adımlarda. Adımlarım yavaştı ve ne zaman uyanacağımı hesaplayamıyordum, bu yüzden hızlıca doğrulup keşfe devam ettim. Yürümeye devam ederken aklıma tuhaf bir sorun takıldı. Kendimi dünyaya göre bir miktar daha ağır hissediyordum. Bunu önceki rüyamda da yaşamış olabilirdim, fakat ilk kez böyle bir yerde olduğum için farkındalık sırasına göre ön planda olan durumları düşünmüştüm. Muhtemelen daha ağır hissetmemin nedeni, gezegendeki yerçekimi farkıydı.
Adımlar adımları kovaladıkça yanımdan geçen ağaçlar çoğalıyordu; neredeyse her ağaç bambaşka bir görünüme sahipti. Havasının dahi tenime sevgiyle dokunduğu bir gezegende ağaçların da toz pembe masallardan fırlamış olması gayet doğaldı. Ağaçlardan biri her dalında farklı çiçekler barındırıyor, diğeri ise odundan değil, dallardan oluşup her dalın ucunda milyonlarca yaprakla bütünleşiyordu. Sadece yapraklardan ibaret olan daire şeklinde bir ağaca bile rastladım. Fakat böyle bir yaşam cümbüşünde yürürken hiçbir hayvana ya da akıllı bir yaşam formuna rastlamamak oldukça garipti. Muhtemelen tüm hayvanlar geceleri uyuyordu, zira gündüz ayakucumda dolanan canlıyı görmeseydim bu duruma şüpheyle yaklaşabilirdim. Fakat bilinmeyenler deryasında karşıma her an bir yırtmaca dahi çıkabilirdi.
Hava bir süre öncesinden çok daha karanlıktı. Hızlı adımlarla, dikkatlice yürümeye devam ederken metrelerce aşağı doğru, çimenlerden oluşan, yetmiş derecelik açıya sahip bir rampa fark ettim. Ateş böcekleri her yerde olmasına rağmen zifiri karanlığın etkisiyle yolumu zor seçiyordum. Bir süre sonra, yolun geçen gece gördüğüm rüyada karşımda beliren okyanusa çıktığını algılayabildim. Korku dürtümün ortaya çıktığını hissettim, çünkü aşağı inecektim ve çimenler beni taşıyamazsa düşmem tabii olacaktı. Ancak çimenler o kadar yumuşaktı ki, ne olursa olsun zarar görmeyeceğime emindim. Belki de aşağı inerken yaşayacağım bilinmezlik ürpertiyordu tüylerimi; ışık çok daha yetersizdi. Tüm bunlar aklımdan geçerken Eda ile yaptığımız sohbet aklıma geldi.
“Tekrar doğaçlama zamanı!”
Kaydıraktan ilk kez kaymak üzere olan bir çocuk misali heyecanlıydım, fakat ineceğim yerde annem yoktu; yalnızdım.
“Yalnız değilsin.”
Eda’nın sözleri beynimde yankılanıyordu. Bana yalnız olmadığımı söylerken sadece onun benim yanımda olduğunu mu kast etmişti? İçimde keşfetmek üzere olduğum tuhaf bir his vardı.
Kendimi aşağı bıraktığımda, çimlerin beni elden ele taşıdığı hissine kapıldım; hızım sabitti, kendimi bu şekilde günlerce sürecek bir yolculuğa atmak istiyordum.
Çimenler sayesinde sorunsuzca yere inebildim. Rampanın uzunluğundan, tahminimce dört dakika süren bir yolculuğun sonunda emin oldum. Ayrıca tepeye baktığımda, sanki devasa bir uçurumdan aşağı inmiş olduğum hissine kapıldım. Arkamı dönüp sahile doğru ilerlemeye başlayacakken kırk beş derece solumda, sanki tüm ateş böceklerinin bir olup Ay kadar parlak bir küre oluşturduklarına şahit oldum. Işık huzmesi ile aramda yüz metre vardı ve yol, bir süre önceki kadar düzgün değildi.
Işık topluluğuna ulaşmak üzereyken, kaynağın çok yakınından gelen hışırtı ve yürüme sesleri duymaya başladım. Ancak, bilinmeyenden doğan saf korkuyu iliklerimden ötede, evrenin sonsuzluğa koşma hızında hissetmemle, kaynağın sesini tam dibimde duymam bir oldu.
“UZAYLI!”
Hâlen göremediğim kişiden duyduğum o tepki ile kendimi bir anda gezegeni istila eden bir yaratık edasıyla görmeye başladım. Bu tepkiyi almadan önce gezegeni tıpkı evim gibi görürken, şu an tamamen bir yabancı olduğum hissiyle doldum ve aldığım tepki, benliğimde yer alan eşduyum dürtümü Mars’taki Olympus Mons’un zirvesine çıkardı. Fakat onun dilini nasıl algılayabilirdim?
Bu noktadan sonra uyanmak dışında kaçışım yoktu, ama uyanmak istemiyordum. Geçen her salise ile korku dürtüm, yerini meraka ve kararlılığa bırakmıştı. Hafifçe birkaç adım atarak kaynağa ulaşırken, ışıkla birlikte yüzünü tamamen gördüğüm varlık karşıma çıktı.
“BİR ÇOCUK!”
O anın heyecanı ile sesim oldukça yüksek çıktı, fakat ses tonum sert değil, şefkat doluydu. “Umarım korkmamıştır.” Diye iç geçirsem de bu durumdan pek ümidim yoktu. Bir süreliğine etraf sessizliğe büründü. Çocuk görünümlü varlık yer çekiminden olsa gerek ki hafif adaleliydi ve kabataslak bakıldığında insan görünümüne sahip olsa da okyanus rengi orta uzunlukta saçlara, yanındaki ışıktan dolayı seçebildiğim turuncuya çalan renge sahipti. Gözleri tıpkı insan gibi olsa da benimkinden daha iriydi ve göz bebekleri oldukça büyüktü; göz rengi saçlarıyla aynı tondaydı. Üstünde rengârenk ve oldukça bol, kolsuz, plastiğe yakın bir görünüme sahip kıyafet vardı. Bir bilim kurgu filminin içindeymişçesine hayranlıkla onu izliyordum, tıpkı içinde bulunduğum an gibi gerçekten daha gerçekti.
“Sen iyi birisin.”
Duyduğum bu söz ile birlikte tüm saflığımla kahkaha atıp ona doğru birkaç adım daha attım. Yüzünde on civarı çil benzeri küçük benekler vardı ve gülüşü evrenseldi; çocukluğum gibi gülümsüyordu. Artık bir yabancı gibi değil, gezegenin yerlisi gibi rahat ve güvende hissediyordum.
“Dilimizi nereden biliyorsun?”
Tıpkı benim gibi onun da aklından geçen soru buydu. Aynı dili nasıl konuşabiliyorduk?
“Almam gereken o kadar çok cevap var ki… Umarım bunu da keşfederiz sevgili kozmik dostum! Buraya ikinci gelişim ve ikinci ziyaretimde de rüya formundayım. Sadece uyudum ve uyandığımda buradaydım. Bu yüzden seninle tanışmamızın tesadüf olmadığına eminim.” Tıpkı biz insanların algıladığı uzaylılar gibi konuşuyordum, bu durum ironik ve bir o kadar da ütopikti.
“Yılkapi doğmak üzere! Hadi, gezegeni keşfedelim!”