Şimdi şurdan saptım mıydı,
şose, tirenyolu, ova.
Yirmi beş kilometreden
pırıl pırıldır Moskova…
Nazım Hikmet
14 Mart 1956,
Moskova, Peredelkino
Kendimi bildim bileli sadece Moskova’ya gitmenin hayalini kurmuştum. Paris’e, Berlin’e ya da Barcelona’ya değil! Sadece Moskova’ya. Rusya benim için bir gizem, bir bilinmezlikti. Belki yazarlarını çok sevmemdendi bu ülkenin. Rusya benim için Gorki’nin “ana”sı, Dostoyevski’nin Petersburg’u, Mayakovski’nin dizeleriydi. Belki de Nazım’dı. Okuduklarımda hep bir karamsarlık, hüzün, yoksulluk ve acı görmüştüm. Bu kente gitmemi, burada yaşamamı isteten şeyin ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu.
Yıllarım bu şekilde geçerken 19 yaşımda eğitimime Moskova’da devam etme kararı aldım. Her şeyi Türkiye’de bıraktım ve gittim bu soğuk kente. İçimde her şeyin güzel olacağı hissi vardı, ta ki uçaktan inene kadar. Uçaktan inip gümrük kapısına geldiğimde ve ilk Rus ile karşılaştığımda o korkunç, gizemli Rusya bana gerçek yüzünü gösterdi. Herkes çok karamsar ve korkunç bakıyordu. Gerektiğinden fazla ciddilerdi. Neyse dedim, havaalanından çıktım ve yurda yerleştim. Hava çok soğuktu. Türkiye’de tişörtle gezebiliyorken burada üstüme kaban giyiyordum. Belki de insanların bu soğukluğu havadandır diye düşünüyordum. Günlerim bu soğukta sadece Rusça ve soğuk ile mücadele ederek geçti. Ben Ankaralıyım ve Ankara’nın o ayazını çok iyi biliyordum. Ama bu başka bir soğuktu. Birkaç hafta sonunda cesaretimi topladım ve şehri gezmeye karar verdim. Şehir çok büyüktü ve insanlardan korkuyordum. Ama artık kaybolmak umurumda değildi ve buraya, bu güzel kente niçin geldiğimi kendime sorarak cesaretimi topladım. Gezime haliyle Kızıl Meydan’a giderek başlamıştım. Sovyetler Birliği’nin ve Rusya’nın kalbine! Ama soğuk tekrar yüzünü göstermişti ve artık Rusya’ya adapte olmalıyım düşünceleri beynimde tekrar oluşmaya başlamıştı. O gün kendime bir uşanka(rus kalpağı) aldım ve soğuğa tek çarenin bu olduğunu gördüm. Kimseyle tanışamadım, soğuğa dayanamadım ve yurda döndüm. Günlerim böyle geçerken Rus arkadaşlar edinmeye başladım. Bu rus edebiyatını, müziğini, yaşam tarzını, kısaca rus kültürünü tanımam için güzel bir fırsattı. Onlarla konuşmaya başladıkça genç neslin Sovyetler Birliği’ne bir özlem duymadığını ve merak da etmediğini öğrendim. Turgenyev’in babalar ve oğullar’ı gibiydi gerçekten. Bu kadar büyük bir fark olabilir miydi? Bu bakımdan bizim ülkemize de benziyordu. Sovyetler Birliği’nde doğmuş olanlar ve Rusya’da doğanlar diye bir ayrım vardı artık gözümde, Türkiye’deki cumhuriyetin başlarında doğan o çalışkan nesil ve biz gibi. Sovyetlerde doğanlar çok kültürlü, sürekli okuyan, birçok şey hakkında çok bilgisi olan insanlardı. Aldıkları 100 dolar maaşla sadece çalışan, devlet sağolsun diyen insanlardı. Türkiye ve dünya hakkında birçok şey biliyorlar, Atatürk’ü seviyor ve okuyorlardı. Ama yeni Rusya’da doğan arkadaşlarım sadece Amerika’ya gitmek isteyen, genç, her şeyden uzak insanlardı. Rusçam ilerledikçe bu sohbetlere devam ettim. Başlarda çok zordu çünkü kimse İngilizce bilmiyordu. Türkçe ile daha çok insanla anlaşabiliyordum. Haliyle Azeri, Özbek, Tatar, Kırgız, Tacik, Başkurt arkadaşlarım da oldu. Büyük Sovyetler Birliği’nde en az asimile olanları ise Azerbaycanlı arkadaşlarımdı. Moskova’da yaşasalar da eğitim almış, toplumda saygınlık kazanmış ve kültürlerini unutmamışlardı. Ama diğer Türki milletler için durum farklıydı. Dillerini unutmuş, toplumda yer edinememişlerdi. Toplumdaki en pis işleri yapan insanlar olmuşlardı. Hatta rusça isimler alanları bile vardı. En üzüldüğüm şeylerden biridir bu Rusya’da gözlemlediklerimden.
Şuan alışmış olsam da, başlarda her şey garip geliyordu: Türkçe bilen Ermeniler, Türkçe bilmeyen Türkler, geçmişine küs bir millet, geçmişte komünizmin başkenti olan bir kenttin dünyanın en pahalı kentlerinden biri olması, Dünya’da en çok milyarderin yaşadığı kentte insanların garibanlık çekmesi… Çok garipti…Her şey eskiden düşündüklerimden farklı geliyordu. Rusça hazırlık sınıfında okuduğumdan birçok milletten yabancı arkadaş da edinmiştim. Rusya maceramın en güzel yanlarından biriydi. İnsan ne kadar gezerse ve ne kadar insan tanırsa, düşünce dünyası da o kadar gelişiyordu. İşte ülkeme ve dünyaya bakışım o insanlarla tanıştıkça değişti. Hintlisi, Çinlisi, Arjantinlisi, Arabı, Vietnamlısı, Afrikalısı birçok milletten insanla tanıştım. Ve beni en mutlu edeni birçok ülkede Atatürk ismini almış cadde, sokak, ya da Atatürk heykelleri olduğunu öğrendim. Osmanlıyı Müslüman olmayanlar sevmese de saygı duyuyorlardı. Ülkemi artık daha çok seviyordum ve atalarıma minnettardım hiç olmadığım kadar. Bizim ülkemiz işgal olmamış ve bir koloni devleti olmamıştık. İkinci sınıf insan muamelesi hiçbir zaman görmemiştim. Hatta, en sevdikleri politikacının Atatürk olduğunu söyleyen insanlarla bile karşılaşmıştım. Sohbet ederken, edebiyattan, tarihten konuştuğumuzda insanlar bana soruyordu, arkadaşlarıma değil. Onların tarihi, edebiyatı ya da müziği olduğunu düşünmüyorlardı. Köklü bir tarihiniz, millet ve devlet geleneğiniz yoksa hangi milletten olursa olsun insanların size bakışı değişiyordu. Bana saygı duyuyorlardı çünkü biz emperyalizm canavarını yenmiş bir millettik, çünkü tarihte hiç esir olmamış, boyun eğmemiş bir millettik!
Yeni insanlarla tanışırken ben Moskova’yı gezmeye devam ettim. Şehrin sokaklarında gezdikçe her köşeden bir tarih ve zıtlık fışkırıyor. 3000-4000 dairelik eski Sovyet binaları arasında gezerken birden çarlık döneminden kalma rengarenk kiliseler karşınıza çıkıyor. Az ilerlerinde ise Moscow City denilen gökdelenler. İşte Moskova’nı 3 yüzü bunlar. Dünya’da görebileceğiniz en büyük metro olma konusunda yarışabilecek şehirler vardır belki ama kesinlikle dünyanın en güzel metrosudur. Her istasyon ayrı bir sanat eseri niteliğinde. Sovyetler birliğinin her aşaması, her gelişmesi bir istasyonda sanat eserine dönüştürülmüş. Sadece bunlarla da yetinmemişler. Sovyetler birliğindeki her büyük yazar yada bilim adamı gibi insan için çok büyük parklar ve anıtlar yapmışlar. Park Gorkava, Büyük vatanseverlik müzesi, tren müzesi, Rusya Fuar merkezi, İsmailovski park, uzay müzesi, devasa kütüphaneler ve kitapçılar… Bunlar gibi 500 müze ve 400 kadar devasa kütüphane var. Hatta Nazım Hikmet kütüphanesi bile var. En güzeli ise bu devasa şehir hiç bitmiyor.
Bütün bu garipliklere ve en önemlisi soğuğa rağmen bu gri kenti ve bu kentin insanlarını çok seviyorum. İlk başlarda soğuk da gelseler, tanıdıkça gerçekten sıcak insanlar olduklarını anladım. Ve bize aslında çok benzeyen insanlar olduklarını. Ve emin olun Rus halkı da Türk halkını çok seviyor. Artık burada evimde gibi hissediyorum.