Doğruldu.
Havada insana hangi mevsimde olduğunu şaşırtacak bir tembellik hâkimdi. Nem, nefes almayı güçleştiriyordu. Topladı cüzdanını, kulaklığını, önceden projesinin içinde olduğu çantanın içine attı.
Çıktı.
Havadaki nem aldatıcıydı. Hafif bir ürpertiyle durdu, bayılacağını hissetti. Başı bir anlık döndüyse de kendini iyi olduğuna ikna etti, yürümeye koyuldu.
Nereye gideceği belliydi. Her kafası bozuk olduğunda derdine derman olan park uzak olsa da, her seferinde sağlıklı bir seçim yaptığını hissederek gittiği yegâne yerdi. Adımlarını sıklaştırdı. Bir an önce metronun o sidik kokulu derinliklerine girseydi iyi olacaktı. Yağmur yağacak gibi.
Metroya girdi.
Merdivenler yine insanoğlunu tembelliğe iten biçimde dizayn edilmişti fakat bir afacan tarafından veyahut bir arıza sebebiyle durmuştu yürüyen merdiven.
‘‘İyi, oh’’ dedi. Yürümeye ihtiyacı olduğu hissine kapılmıştı, çok sık olmazdı bu.
İnsanoğlunu yoracak her türlü zahmetten kaçınan başta oydu çünkü. Ne adam akıllı beslendiği vardı ne de sahilde müzik eşliğinde yürüyüşler yaptığı. Spora da küseli bir hayli vakit olmuştu. İnsan işte, yapamadıkça yapmayası gelen, başkalarının istediği gibi olamadıkça olmayası gelen, sigarayı alkolü içemediği her dakikada daha çok müptelası olan, insan.
İçindeki karamsarlığı atmış gibi keyifle indi merdivenlerden, gişeleri geçti. Yanından geçip giden insanlara baktı. Kendini göz göze geldiği insanlarla kıyasladı. Boy pos olarak değil de kafa yapısı olarak kendini hepsinden üstün gördü. Allah’a bunun için bir kez daha şükretti. İnsanların ona doğru gelmesini ilk defa hayra yordu.
‘‘Metro gelmiş olmalı’’ dedi. Adımlarını bir nebze daha sıklaştırdı.
Metronun garip bir havası vardı. Entel gözükmeye çalışan nadide kitap okurlarına hep tiksinerek bakmıştı. Kitap okuduğu her metro yolculuğunda kendinin de onlardan biri olduğu hissi düşerdi aklının bir köşesine. Böyle oldu mu hep küfrederdi egosu tavan, kibirli insanlarına bu ülkenin. Gerçi başka şehir de bildiği yoktu koca Akdeniz’e kısrak başı gibi uzanan kara parçasında. Evet, bu memleket bizimdi bizim olmasına da, o: ‘‘Nerde çokluk orda bokluk’’ atasözüyle noktayı koymuştu nüfusu gereğinden hayli fazla olan bu memlekette işlerin güllük gülistanlık olduğuna inananlara karşı tavrını. Siyasetle alakası yoktu. Zaten gerçek bir ideolojiye de ait hissetmiyordu kendini. En çok da buna canı sıkılıyordu. Cahil gelip cahil gitmek dünya üzerindeki en acı ölümlerden biriydi ona göre.
Küçüklükten beri hep göz önünde olmayı seven, sözü geçsin isteyen (kısmen sözünü geçiren) ama ancak küçük çaplı hadiselerde sesini duyurabilen bir metropol gezginiydi. Bu dünyadan gidince kendisinden bahsedilsin istiyordu. ‘‘Ben giderim adım kalır, dostlar beni hatırlasın’’ hesabı.
Metro Taksim anonsunu yaptıktan bir dakika sonra kalabalık dışarıya hücum etti. Fakat içeriye hücum etmeye çalışan bir diğer kalabalık bu mega kentte yaşamanın öyle kolay olmadığını anlatır gibiydi. Güç bela attı kendini dışarı.
‘‘Dönüp şu insanlara sıkı bir nutuk çekmeli.’’ diye geçirdi aklından. Kısa süreli cesaret yerini yaptığı hareketin sonucu olabilecek bin bir türlü ihtimali düşünmeye bıraktı. Kendine bir kez daha kızdı.
‘‘Ben giderim adım kalır, dostlar beni hatırlasın.’’
İz bırakmalıydı. Ertelemek artık vücudunda gezen bir mikroba misafirperverlikte kusur etmemek kadar çaresiz bir davranış gibi geliyordu.
Taksime çıktı. Önce bir iki dükkâna baktı çıktı. Park artık sağlıklı bir seçim olmayacaktı. Ülkeyi sarsacak planlarını halka açık bir parkta yapmak yanlış olurdu. Üç masa ve olması gerekenden az sandalye olan bir büfeye oturdu. Tavuk dürüm ve ayran söyledi. Uyku yapar, mayıştırır diye diye ayranı yemeklerinin kadrolu elemanı yapmıştı.
Sandalyeyi sokağa döndürdü ve tekrar o kibirli, gösteriş budalası insanları tek tek gözüyle seçti.
‘‘Bu insanlar bu şehri hakketmiyor’’ dedi. Tez vurulsun kelleleri! Emrini verecek kişi olmak isterken çantasını tekrar anımsadı. Şimdi tam sırasıydı. Ayağa kalktı, ayranı bir dikişte içti. Gözüyle seçmeye devam ettiği insanlara baktı uzun uzun. Hipnotize olduğunu hissediyordu. Elleri, ayakları sanki tüm vücudu onun hâkimiyetini reddediyor gibiydi.
Caddenin ortasına doğru ilerledi. Kapüşonunu kafasına örttü, çantayı sakince caddenin çöp kokuyor diye kibirli insanlarının geçmediği köşeye yavaşça bıraktı.
Koşmak, uzaklaşmak istemedi. Şayet o bile nasıl bir olaya sebebiyet verdiğini görmezse nasıl hatırlanırdı tüm ülke halkı tarafından? Bizzat tanıklık etmeliydi, belki de bunun uğruna can vermeliydi. Öyle daha trajik olurdu.
Artık tamamen kendini kaybetmiş bir halde girdiği bir dükkânda pantolon bölümünde gizlice aktifleştirdiği bombanın miadını doldurmasını bekliyordu. Bombayla arasında bir hayli mesafe vardı fakat kendine olup bitenleri izleyebilecek bir köşe bulmuştu.
Usulca bekliyordu. Gazetelerin manşetlerini, haber kanallarının o anda yayınlanmakta olan programı kesip kendisinden bahsettikleri haberleri yayına sürdüklerini hayal etti.
Bir bebeği alevler içindeki bir evden kurtaran veya uçurumun kenarında herkesin ‘‘atlama’’ çığlıklarına aldırmadan atlamaya meyilli, gözü kara, hayattan ümidini kesmiş bir insanı çevik bir hareketle kendine çekerek hayata döndüren bir kahraman gibi hissediyordu şimdiden kendini.
Fakat o anda hiç beklemediği bir şey oldu. Dikkatli baktığında hayatlarını ellerinden almak istediği, kibirli, kendi egolarının kölesi olmuş insanları göremedi bomba çevresinde.
Bir anne baba vardı ve ikisinin de kucaklarında taşıdığı birer can daha. Birkaç aynı tip üniformayı giymiş genç ve muhtemelen evine, ailesine ekmek götürmek çabasında olan onlarca insan vardı bombanın mühürlediği o caddenin unutulan kısmında.
Bir hışımla koşmaya başladı. Bombayı durduramayacağını biliyordu. Alıp tenha bir yere fırlatmak gibi kıvrak bir fikir geldi aklına.
Bombaya hızla yaklaştı.
Koşarken bir yandan da insanlara bir bombanın varlığını ve kaçmaları gerektiğini anlatan belli belirsiz haykırışlarda bulunuyordu. Nihayet bombaya ulaştı.
Tam bombayı kavrayıp havaya savuracakken öyle şiddetli bir patlama yaşandı ki, çevredeki binaların hemen hemen hepsinin camları paramparça oldu.
Olayın arkasındaki sır perdesini aralamaya çalışan polis uzun süre on otuz iki kişiyi yaralayan ve bir kişinin ölümüne sebep olan bu hadiseyi araştırdı.
Patlama sırasında hayatını kaybeden on üç yaşındaki Ege’nin evinde anne ve babasının hıçkırıkları eşliğinde hummalı bir araştırma yapıldı ve yapımı kolay, kolaylıkla bulunan malzemelerden üretilmiş birkaç bombaya daha ulaşıldı.
Ege’nin hareketleri dolayısıyla daha önce annesinin zorla her hafta götürdüğü psikoloğunun koyduğu ‘‘Egoizm’’ teşhisi olayın tamamen çözülmesini sağlamıştı.
Ege’nin tabutu nemli, bunaltıcı bir hava da son yolculuğuna uğurlanırken, uyuyacağı mezarın üzerinde odasının duvarlarının her bir santimine kazıdığı o mısra vardı:
‘‘Ben giderim adım kalır, dostlar beni hatırlasın.’’