Bir sonbahar akşamında ışığın çekilmesiyle beraber renklerin yoğunluğundan arındığını, gri tonlarının loş bir görüntüye büründüğünü duyumsadı. Serin rüzgar tanecikleri teninde dolaşırken ayakları bilmediği bir huzura doğru yola çıkmışlardı bile. Heyecanla hızlanan adımları, aşkla çarpan yüreğinin ritmine uymaya çalıştı. İçindeki orkestrada çok sesli bir konser vardı şimdi. Hayallerinin ve hikayelerinin naif dünyasında ikamet etmeyi, sert kasırgalarla ve “yorucu beyin” lerle dolu gerçek hayata yeğlerdi.
“Çok sevmek” onun sınır noktasıydı artık. Fazla anlam yükleyerek abarttığı eşya ve insanları bir parmak şakırtsında yok etmeyi öğretmişti ona hayat. Sonra önüne serilen milyonlarca yoldan birkaçını hooop diye seçivermişti o akşam. İçindeki yaratıcılıktan birer parça kullanarak ve “güven” konusunda bencil olarak çıkmıştı bu yollara. Sonunu tahmin edemediği bu seçim elinde üç anahtar bırakmıştı şimdi. Ne yapacaktı onlarla ? Önce hangi kapıları açtığını bulmalı ve sonra açıp açmayacağına karar vermeliydi. İşte o akşam not defterine şu soruları yazdı:
Hayat mıydı zor olan, seçimler mi?
Hayatı çekilmez kılan hayat mı insanlar mı?
Bencillikler ne zaman işe yarar?
Duyarsız olmak bize ne kaybettirir?
Aşk bir hormon bozukluğuysa tedavi edilmeli mi?
Hayatı akışına bıraktığımızda neden taktikler daha cazipmiş gibi gelir?
Kötü olmaya meyilli olmak genlerden mi gelir?
Acaba ruhum gerçekte kaç yaşında?
Yorgun gözlerinin esiri olarak kapattı defterini bir hamlede. Aynada göz bebeklerine baktı. Hayallerini hissetti ve dokundu geleceğe. Sıradan bir hikaye geldi aklına, uzaklaşırken gecenin renkleri o akşam…
Aylin ALAGÖZ / Ekim 2013