Bir anda ormanın upuzun ağaçları bitti ve ağaçsız bir arazide buldu kendini. Belki bir saattir koşuyordu ağaçların arasında. Nefes nefese etrafı kolaçan etti. Arkasında hep yeşil ve dev gibi çam ağaçları, önünde çamlara göre mini meyve ağaçları vardı. Olduğu yerde ise yeri kaplamış kısacık otlar ve çiçekler dışında hiçbir şey yoktu. Biraz uzaktan mevsimi geçmiş, ta tepelerinde tek tük kalan meyveleriyle bir sonraki mevsimi bekleyen, kurumaya yüz tutmuş meyve ağaçlarını dikizledi. Büyüsünler de meyve versinler diye iyi bakılan ağaçlardı bunlar belli ki. Sabit aralıklarla ve çok düzenli bir şekilde dikilmişlerdi oldukları yere. O yüzden de bahçenin bir kenarından bakıp öbür kenarını görebilirdi.
Biraz yaklaştı bahçeye. Kim bilir ne güzeldi bahçe meyveleri, yaprakları tazeyken… Şimdiyse kuş sesleri ve cırcır böceği bağırışları inletiyordu neredeyse kurumuş bahçeyi. Hemen yanındaki ağacın yarılmış meyvesini incelemeye koyuldu olduğu yerden. Hayatında ilk kez bir nar ağacı görüyordu. O sırada büyükçe bir kuş, kuru dalları çıtırdatarak yerleşti ağacın tepesindeki meyvenin yanına. İlk defa bu kadar büyük bir kuşu bu kadar yakından görüyordu. Biraz korksa da çok heyecanlandırmıştı gördükleri.
Kuş bir iki kez cikledi. –Cikledi dediğime bakmayın. Büyükçe bir kuş nasıl ciklerse öyle cikledi.- Sonra gagasını büyük bir hızla nara geçirmeye başladı. Zaten çatlamış olan narın üzerinde daha da büyük yarıklar oluştu.
Bir an tedirgin oldu çocuk. Olduğu yerden hareket ederse kuşun dikkatini çekecekti. Hareket etmezse de kuş onu fark ettiğinde kaçmak için çok geç olacaktı. Sanki kuşun alanına izin almadan girmişti de kuş onu fark ederse bir güzel azarlayacak, belki de ormanın ortasına kadar kovalayacaktı. Kuş ondan hızlı uçabilir miydi acaba? Kesin uçardı. Kalbi hızla atmaya başladı.
Kuş ise çocuğun ne varlığından ne de kalp atışından haberdardı. Tek derdi narı gagalamaktı o sırada. Gözü hiçbir şey görmüyordu. Güneşin altında beklemekten kuruyup çatlamış ve sayısız tanesini ortaya dökmüş kıpkırmızı bir nar. Kuş gagasını vurdukça narın suyu damlıyordu yere. Kuş damlaları da umursamıyor, gagasını olanca hızıyla nara geçirmeye devam ediyordu.
Darbelere daha fazla dayanamayan nar attı kendini yere. Tam da kuşun alanına izinsiz giren korku dolu küçük çocuğun ayaklarının dibine. Paramparça oldu kabuğu. Taneleri her yere savruldu. O sırada çocuk, yere çok önce düşmüş bir sürü nar kabuğu parçaları gördü. Taneleri yok olup gitmişti. Kalbi daha da hızlı atmaya başladı minimini çocuğun. “Ah,” dedi, “annemden izin almadan gelmeyecektim buralara.” Bu saatten sonra ne fayda? Kuş nara yaptığı gibi gagalayacaktı çocuğun küçük gözlerini ve kör edecekti onu. Annesi kızsa mı habersiz gittiği için yoksa kendini mi suçlasa bilemeyecekti. Ne vardı sanki bu kadar uzaklaşacak!
Korkular içindeki minicik vücudu zangır zangır titrerken çaresizce bakıyordu kuşa. Kuş şimdi de tüylerini gagalamakla meşguldü. Deli miydi, neydi bu kuş allah aşkına!
Çok geçmeden sadece insanların delirebildiğini hatırladı ama zamanı değildi bunun. Yumruklarını sıktı. Farkında değildi ama bu süresiz zaman dilimini dişlerini de sıkarak geçirmişti. Hem korkudan hem de koştuğundan ter içinde kalmıştı. Belki de hava çok sıcaktı ama şimdi havanın da zamanı değildi. Alnından gözlerine giren ter gözlerini yakıyordu ve yanaklarından aşağı süzülüyordu. Ağlıyor muydu yoksa gerçekten ter miydi bu suların kaynağı, kendisi de karar veremedi.
Geldigi yöndeki dev ağaçlara dikti bu kez gözlerini. Bir anda tüm gücüyle koşmaya başladı gerisin geri. Arkasına hiç bakmadan atabildiği en uzun ve en hızlı adımlarla çıkıp gitti kuşun bahçesinden. Arkasına hiç bakmadığı için asla öğrenemedi o koşarken kuşun ne yaptığını.