Bu öykü ilk kez At Kafası Dergisi’nin 2. sayısında yayınlanmıştır.
Adım Zakaryas. Bu mektubu nemli ve ışıksız bir yeraltı galerisinden yazıyorum. Yazıyorum… Yaklaşık on gündür, günde yirmi dört saat, yazıyorum. Ve şöyle bir okuyup çöpe atıyorum beğenmeyerek. Ama bu sefer kararlıyım hikayemi anlatmaya. Daha doğrusu hikayemizi. Ötekiler’in hikayesini… Yazıyorum, gelecek nesiller okusun diye…
2700 yılına gelindiğinde, devletler yıkılmış, sınırlar aşılmış, yaşlı ve yorgun dünyamız binlerce eyalete sahip bir ülke-gezegen haline gelmişti. Bu ülke totaliter bir başkan tarafından demir yumrukla yönetiliyordu. Tek partili bir meclis, milletvekilleri ve bakanlar vardı ama bütün güç doğrudan başkanın elinde bulunuyordu. Hukuk iktidara bağımlı hale gelmiş, basın susturulmuş, halklar korkutularak sindirilmişti. Küçük çaplı isyanlar son teknoloji silahlarla donatılmış askerler tarafından en ağır şekilde bastırılıyor, kimse muhalefet yapmaya cesaret edemiyordu.
15 yıl önce sona eren nükleer savaş sonrası iktidara gelen başkan, “Hatalarımızdan ders çıkararak yepyeni ve kusursuz bir uygarlık kuracağız!” demişti konuşmasında. “Bu uygarlık yolunda yürürken bizi yavaşlatan ve geciktiren herşeyi safdışı bırakmalıyız!” Bu kusursuz uygarlıkta engellilere, eşcinsellere, siyahilere, çingenelere, fahişelere ve evsizlere yer yoktu. Bu fikir, başkanın emri üzerine yürürlüğe konan “Dezavantajlı Gruplar Yasası” ile de resmiyet kazanmıştı. Böylece bu “dezavantajlı gruplar”a dahil olan herkes, önce teker teker, sonra toplu olarak tutuklanmaya, gezegenin çeşitli yerlerindeki hapishanelere yollanmaya başlandı. Doğduğum andan beri Atlas gibi sırtımda taşıdığım kamburum ve topal ayağım yüzünden, ben de çok geçmeden tutuklandım. Ay’da bir hapishane kurulduğu ve oraya gönderileceğimiz söyleniyordu. Basın ise bunun bir çeşit “yaşam merkezi” olduğunu, hatta orada “rehabilite edileceğimizi” iddia ediyordu. Bir sabah, yüzlerce kargo gemisine doluşturulup, Ay’daki Ötekiler Hapishanesi’ne kapatıldık.
Yapay bir atmosfer küresinin içindeki hapishane; mahkumların kaldığı 100’er katlı on bloktan, yönetim, mutfak, depo ve hastane binalarından oluşuyordu. Yüksek duvarlarla çevriliydi ve son teknoloji ürünü silahlarla korunuyordu. Mükemmel insan formlarındaki androidler binalarda nöbet tutuyor, devriye geziyor, kısacası kuş bile uçurtmuyorlardı. Kaderimize razı olmuş, “sektör” denilen 50’şer kişilik kafeslerde suni oksijen soluyarak, suni bir hayat yaşamaya başlamıştık. Ta ki Nika ölene dek.
Bir eşcinsel olan Nika, aslında önemsiz bir konu hakkında tartıştığı android tarafından öldürülmüş, bu olay bir köstebek gibi yaşamını sürdüren benim ve arkadaşlarımın gözlerini gerçeklere açmıştı. Kendi aramızda yaptığımız tartışmalar sonucunda kararımızı vermiştik: Sektörde bir toplantı düzenleyecektik.
Toplantı günü 99’uncu sektördeki bütün mahkumlar sandalyelere dizilmiş, meraklı ve sorgulayan gözlerle bana bakıyorlardı. Pencere önündeki genişçe bir masanın başında oturuyordum. Bir yanımda “fahişe” yaftasıyla tutuklanan Roya, bir yanımda siyahi evsiz Zulu. Derin bir nefes alıp başımı kaldırdım. İçimdeki kaygıyı derinlerde bir yere gömerek “Kardeşlerim!” dedim. Çatlak ve cılız çıkmıştı sesim. Durdum, boğazımı temizledim. Bir yudum su içtikten sonra tekrar ettim: “Kardeşlerim! Sözü fazla dolandırmadan konuya gireceğim! Bildiğiniz gibi her birimiz, sahip olduğumuz farklılıklar yüzünden burdayız! Kimimiz fiziksel engeli, kimimiz cinsel tercihi, kimimiz ten rengi, kimimiz ise yaşam tercihimizden dolayı suçlu bulunduk ve mahkum edildik!” Durup dinleyicilerimi şöyle bir süzdükten sonra “Evet!” diye devam ettim. “Mahkum edildik! Esarete, tutsaklığa, boyun eğmeye ve toplum dışına itilmeye! Kardeşlerim! Burası bir yaşam merkezi değil! Burası bir cehennem!” Sektörü dolduran alkış sesleri arasında kapıları işaret ederek “Kardeşlerim,” dedim, “Onların gözünde biz, lağım çukurunda yaşayan sefil ve pis farelerden farklı değiliz! Üzerimize basıp geçmeleri sadece an meselesi! Burada hepimizin geleceği, Nika’nınkiyle aynı!” Kalabalıkta bir dalgalanma oldu, arka tarafta bir adam ayağa kalktı ve “Bunları biz de biliyoruz! Önerin ne?!” dedi alaycı bir ifadeyle. Derin bir nefes aldım, öne eğilip ellerimi masaya dayayarak kararlı bir ifade takındım: “Kardeşlerim! Ben bu cehennemden kaçmayı, kendi özgürlüğümüzü ve geleceğimizi yaratmayı öneriyorum! Kendi ellerimizle!”
Bir ölüm sessizliği gelip herkesin üzerine çöktü. Ardından ufak tefek hayret nidaları çıkmaya başladı. Gözlüklü bir adam, tekerlekli sandalyesini ağır ağır sürerek yaklaştı. Adını bilmiyordum, -burada pek çok kişi birbirinin adını bilmez, gerçekten- fakat yazar olduğunu söylemişlerdi. “Hiçbirşey yapamayız!” dedi kelimelerin üstüne bastırarak. Sesinde derin bir keder, umutsuzluk ve belki de öfke vardı. “Biz ötekileriz! Güçsüz, eksik, hasarlı… Buradan asla çıkamayacağız! Bizim kaderimiz bu ve bunu ne kadar çabuk kabul edersek, bizim için o kadar iyi…” “Diyelim ki kaçtık, dünyada bizi çiçeklerle mi karşılayacaklar?!” diye sordu başka bir adam. Siyahi bir kadın ayağa kalktı ve “Neden buradan çıkmamız gerekiyor ki?!” diye atıldı, “Burası bizim için bir tür sığınak! Dış dünyanın kötülüklerinden, açlıktan, sefaletten, şiddetten korunmak için… Hayır… Burası bizim için bir fırsat! Ben hiçbir yere gitmiyorum!” “O zaman otur ve bu teneke yığınlarının seni öldüreceği günü bekle!” diye bağırdı başka birisi. Sesler yükseldi, insanlar öfkelenmeye, birbirlerine sataşmaya başladı. Buna bir son vermeliydim, aksi halde durum hiç iyi olmazdı. Ellerimi havaya kaldırdım ve “Kardeşlerim,” diye bağırdım gücümün yettiğince. “Biz burada birbirimizi yerken, orada bir yerlerde, bir hayat akıp gidiyor! Dünya’da… Orası bizim de dünyamız! Zincirlerimizi kırmanın zamanı geldi! Benimle misiniz?”
Sessizlik… Ürkek bakışlar… Çekingen davranışlar… Mırıltılar… Sandalye gıcırdamaları… Ayağa kalkan insanlar… Önce bir kadın, sonra bir erkek, sonra bir erkek daha… Ardı ardına tekrarlanan sözcükler: “Seninleyiz… Seninleyiz… Seninleyiz!” Birkaç dakika sonra mahkumların yarısı ayaktaydı. Tekerlekli sandalyede olanlar ise masanın önüne sıralanmıştı. Yumruklar havayı dövüyor ve sloganlar sektörde çınlıyordu: “Dünya’ya! Dünya’ya!”
O günden sonra diğer sektörlerden mahkumlarla görüşerek, onları isyana teşvik etmeye çalıştık. Plan belliydi: iki ayda bir gelen büyük kargo gemisi, tesisin bütün ihtiyaçlarını karşılıyordu. Bu gemiyle kaçacaktık! Haber bir ay içinde bloktaki tüm sektörlere yayıldı. Yemeklerde, banyo günlerinde, koridorlarda fısıldaşmalar başladı. Herkes gergin, herkes tetikteydi. Başkaldırının, özgürlük ve eşitlik kavgasının fitili yakılmıştı artık.
Büyük günden bir önceki gece Roya, başını dayadığı camın öte tarafındaki sonsuz uzayı izliyordu. Karanlığın ortasındaki dünya, bütün heybeti ve güzelliğiyle kendini gösteriyordu. Sessizce yanına oturdum. “Sence başarabilecek miyiz?” dedi bana dönerek. Gözleri yaşlıydı. “Başaracağız!” dedim kararlı bir ifadeyle, “Başarmak zorundayız… Canımız pahasına bile olsa…” Sessizlik. Bu sefer soru sorma sırası bendeydi. “Buradan kaçtığımızda…” diye usulca başladım konuşmaya, “yani kaçabilirsek… Dünya’da… Bir şansımız olur mu? Sen ve ben… Yani ikimiz…” “Bilmiyorum Zakaryas,” diye kesti sözümü. Ayağa kalktı. Bir adım atıp durdu ve “Özgür bir hayatta, belki…” dedi. “Özgür bir hayatta…” diye tekrarladım fısıldayarak.
Ertesi gün, yine sabahın erken saatlerinde açıldı 99. Sektör’ün kapıları. Silahlı androidlerden biri içeri girdi ve “Kahvaltı zamanı, yürüyün!” dedi o mekanik sesiyle. Sırtlarımıza dayanmış namluların soğuğunu hissederek, Yemek Sektörü’ne doğru yürümeye başladık. Gemi dün gece iniş yapmıştı. Gün bu gün, an bu andı. Adımlarımı hızlandırdım, başımı kaldırıp, gözlerimi uzaktaki bir noktaya diktim ve beraber yazdığımız Ötekiler Marşı’nı söylemeye başladım:
Biz Ötekiler’iz
Güçsüz, eksik, hasarlı, güya!
Biz Ötekiler’iz
Yorgun, suskun, küskün, güya!
Biz Ötekiler’iz
Ayaklandık artık
İstiyoruz insanca yaşamak!
“Kes sesini!” dedi arkamdaki robot beni itekleyerek. Durdum. Yumruklarımı sıkarak arkamı döndüm: “Susmayacağım, teneke kafa.” Namluyu göğsüme bastırarak “Ne dedin sen?!” diye bağırdı. “Doğru duydun,” dedim dişlerimi sıkarak, “teneke kafa!” Tam üzerine atlayacakken, korkunç bir acı vücudumu sardı ve yere kapaklandım. Elektroşok çipleri… Hapishaneye ilk geldiğimizde, cerrahi bir müdahaleyle omuriliğimize birer çip yerleştirilmişti. Küçük kumanda cihazları aracılığıyla bu çipler, vücuda elektroşok verebiliyordu. Acil durumlar için… Mesela bir isyan ihtimaline karşı… Ayağa kalkmam gerekiyordu… İki çift android ayağı bana doğru yaklaşıyordu. Beni alıp tek kişilik bir hücreye kapatacaklardı. Yemek yok, su yok… Üç gün, belki de beş… Amaç beni cezalandırmak, diğerlerinin de cesaretini kırmaktı. Ayağa kalkmam gerekiyordu! Önce başımı kaldırdım. Sonra titreyerek, sallanarak, bilincimi açık tutmaya çabalayarak doğruldum. Herkes donup kalmıştı. Bir anlık boşluktan faydalanarak, karşımdaki robotun silahını elinden aldım ve kabzasıyla kafasına sert bir darbe indirdim. Ve insanlarla makineler arasında kıran kırana bir dövüş başladı. Silahlardan çıkan lazer ışınları etrafta uçuşuyor, insanlar yere yığılıyor, yumruklar, tekmeler ve tokatlar birbiri ardına iniyordu. Bu sırada bir grup arkadaşımız dağılarak diğer sektörlerin kapılarını açmaya başladı. Serbest kalan mahkumlar gruplar halinde koridorlara aktı. Birden pencereler karardı, siren sesleri duvarlarda yankılandı, kan kırmızısı bir ışık her yanı kapladı. Destek birlikler geliyor olmalıydı.
Hızla yaralıları alıp, ölü robotlardan topladığımız silahlarla çatışa çatışa ilerlemeye başladık. Büyük bir kapının önüne geldiğimizde, kopardığım robot elini yandaki dokunmatik ekrana dayadım. Açılan kapıdan geçerken hep birlikte, yüksek sesle marşımızı söylemeye başladık.
Biz Ötekiler’iz
Güçsüz, eksik, kusurlu, güya!
Biz Ötekiler’iz
Yorgun, suskun, küskün, güya!
Biz Ötekiler’iz
Ve uyandık artık
İstiyoruz kardeşçe yaşamak!
Yüzlerce ışınlanma kabiniyle çevrilmiş, geniş bir sahanlığa ulaştık. Gruplar halinde kabinlere doluşup, kendimizi giriş katına ışınladık. İndiğimizde yüzlerce kişilik bir android ordusu karşımızdaydı. Silahlar çekilmişti. Karar anıydı ve aynı zamanda dönüm noktası. Robotlardan biri öne çıktı: “İndirin silahlarınızı! Buradan asla sağ çıkamayacaksınız!” Mekanik ses tonundaki endişe fark edilebiliyordu. Lazer silahımın namlusunu yüzüne doğrulttum ve “Asıl siz yolumuzdan çekilin!” diye bağırdım. “Biz bu kavgayı özgürlük için başlattık! Artık ölsek de dönmeyiz!” Sonra, androidler ateş açtılar… Sonra, biz ateş açtık… Sonra, öfkemiz, tutkumuz, hayallerimiz ve diğer her şeyimizle saldırıp, aralarına daldık…
Ne kadar süre savaştık, kaç kişiydik, kaç kişi kaldık, hiç bilmiyorum. Yalnız, bir grup mahkumla birlikte robot ordusunu yarıp, ana kapıdan geçerek, açık havaya çıktığım anı hatırlıyorum. Kargo gemisi hala yerinde duruyordu. Cesetlerin ve robot parçalarının arasında, elimde lazer silahı, arkamda toplanmış olan Ötekiler’e döndüm ve bağırdım: “İleri!”
Robotlar arkamızdan ateş ederken gemiye bindik ve otomatik pilotun rotasını Dünya’ya çevirdik. Hapishanede başka gemi olmadığından, peşimizden gelmeleri imkansızdı. Ama Dünya’ya kaçtığımızı haber verebilirlerdi. Üç saatlik bir yolculuğun sonunda Dünya’nın yörüngesine ulaştık. Gezegenin çevresinde iki tur attıktan sonra, bilgisayarların “ölü bölge” olarak tanımladığı çorak bir araziye iniş yaptık. Yorgunduk, yaralıydık, korkuyorduk ama umutluyduk da. Ürkek adımlarla gemiden indim. Ayak bastığım toprağın kokusunu ve hışırtısını yüreğimde duyumsadım. Dizlerimin üstüne çöküp, mavi gökyüzüne hayranlıkla baktıktan sonra gözlerimi kapattım. Ciğerlerimi taze, temiz ve doğal oksijenle doldurdum.
Yazarın notu: Üçüncü binyılın başında Ötekiler’in önderliğinde başkan devrildi ve Yeni Dünya Cumhuriyeti kuruldu. Yeni devlet başkanının başdanışmanı, Zakaryas ve Roya’nın oğulları Nika idi.