Sıradan bir gün başlıyordu onun için. Her zamanki gibi yatağın içinde fazladan zaman geçirdi ve uyuşmuş zihnini toparlamaya gayret etti. Bulanık gören gözlerini pencereye dikerek sol eliyle komodinin üzerindeki iri, siyah çerçeveli gözlüğüne uzandı. El yordamıyla gözlüğünü bulup burnunun üzerine yerleştirdi. Çabuk bir hamleyle zıplarcasına yataktan kalktı. Yatağın sol tarafından kalkmak ona huzur veriyordu. Her taşındığı evde yatağını sağ duvara dayar ve mutlaka solundan kalkardı. Takıntılı biri olduğunu düşünmezdi. Her insan kadar saplantıları vardı, o kadar.
Aynada, yorgun yüzüne ve derin çizgilerine baktı. Yıllar çocuklukta yavaş geçiyor gibiydi ve son yıllarda epey bir hızlanmıştı onun için. Planlarını zamanın süpürgesi süpürüvermişti ve geriye sadece beklemek kalmıştı. Yüzüne soğuk suyu çarparken damlacıklar etrafa sıçrıyordu. Girdiği her yolun, yol ayrımlarının çoğalarak içinden çıkılmaz bir yolculuğa dönüşmesi gibi.
Saçlarını özenle taradı ve her gün yaptığı gibi arkadan minik bir tokayla tutturdu. Mor elbisesinin üzerine krem rengi işlemeli hırkasını giydi. Soft çorabını özenle giyerek krem rengi rugan babetlerini ayaklarına geçirdi. Geceden hazırladığı sandviçi çantasına koydu. Fotoğraf makinesini ve şehir haritasını da kontrol ettikten sonra kapıyı çekti ve küf kokan kalabalık sokaktaki hayata karıştı.
Buraya yerleşeli daha bir ay olmuştu ve neredeyse keşfetmek için hiç sokağa çıkmamıştı. Alışmak onun için zordu ve hayli zaman alıyordu. Yeni iş, yeni ev, yeni arkadaşlar ve yepyeni bir ülke… Adeta yeni doğmuş bir bebek gibiydi burada. Bir ayını evle iş yeri arasında geçirmiş ve bu şehrin tarihi ve yaşantısı ile ilgili araştırmalar yapmıştı. Daha doğrusu kendisi için “uyum çalışmaları ” da denilebilir.
Antik Yunanlılar tarafından Panormus olarak adlandırılan bir kentteydi. Panormus, liman anlamına geliyordu. Epey eski ve zengin bir tarihe sahipti bu kent. Tıpkı İstanbul gibi birçok uygarlığın evi olmuştu burası. Roma ve Bizans’ın ruhunun dokunduğu bir sürü yapı vardı bu kentte. Bazıları hayli ürkütücüydü doğrusu…Porta Nuova şehir kapısındaki heykeller ona ortaçağdaymış hissi veriyordu. Kolları kopmuş heykeller canlı gibi ona bakıyordu sanki. Ellerini bağlayanlar da onu tedirgin etmeye yetiyordu. Lunaparktaki korku tünellerinin girişi gibiydi burası. Kasvetli, ruh daraltıcı…
Deklanşöre art arda defalarca bastı ve gördüğü her şeyi fotoğraflamaya özen gösterdi. Buradaki insanlar tablolardan fırlamış gibiydi. Çoğu da sıcakkanlıydı ona göre. Eskimiş sokaklarda eğreti duruyorlardı biraz. Saatlerce yürümekten başı dönmüştü. Labirentten farksızdı burası. Sokakta bir yere oturup bir kadeh şarap içti. Ne de olsa Sicilya bölgesi şarapları ile ünlü bir yerdi. Soluklandıktan sonra ara sokaklardaki gezintisine devam etti.
Arkasında bir gölge ya da bir nefes hissediyordu. Tam başını çevirecekken yok olan bir his. Umursamazlıktan geldi. Aklı bazen böyle oyunlar oynardı ona. Yere kazınmış bir yazı dikkatini çekti ve fotoğraf makinesini çantasından çıkararak hemen fotoğrafını çekti. Makineden çektiği fotoğrafa baktı ve gözlerine inanamadı. Yazı yoktu! Şarap onu çarpmış olabilir miydi! Alt üstü bir kadeh içmişti. Bu imkansızdı! Çıplak gözle yazıya tekrar odaklanmaya çalıştı. Yazı bulanmaya, beyni uyuşmaya başladı. Bayılacağını hissetmişti. Kulakları bir fısıltı dışında hiçbir şey duymuyordu. ” Capuchin catacombs…”
“Capuchin catacombs…” zihninde bu iki kelime tekrarlanıp duruyordu. Ayılmak istiyor ancak boğazına içtiği şarabın üzümleri düğümleniyordu. Kabus gördüğünü düşündü. Gözlerini kocaman açmak istercesine kaslarını zorladı. Her denemesi başarısızdı. İşte o an anladı bir daha uyanamayacağını ve anlam veremediği o iki kelimenin anlamını.
“Hoş geldin Uyuyan Güzel…”
Aylin ALAGÖZ/ 2013