Sonsuz bir arayış ve kayboluş senfonisinde öylesine akıp giden yolların beni binlerce kilometre uzaktaki soğuk, mutsuz ve dipsiz bir ülkenin köhne bir yer altı barına fırlattığı o zifiri karanlık gece, hayatımın sonuna kadar lanetini, iğrenç nefretini ve de yok edemediğim sevgisini içimde taşıyacağım bir adamla karşılaştım.
Cam tavanda parlayan kocaman bir dolunayın altında kurt maskeleriyle uluyan yarı çıplak insanlar, her köşede yanan devasa mumlar, kulak tırmalayan vahşi bir müzik, iştah uyandıran bir kan kokusu ve kan kırmızı şarap eşliğinde bir köşede kendi içime sokulmuş, herhangi bir hayale tutunabilmek için sarhoş olmaya çalışırken yanıma gelen kurt adamı zihnimdeki görüntüleri bozduğu için sinirlenerek elimle savuşturdum. Ama o umursamayarak tam karşıma, nefesi nefesime değecek kadar yakınıma bağdaş kurup oturdu ve kurt maskesini çıkarıp benimle bilmediğim bir dilde şarkı söyler gibi konuştu. Tek bir harfini bile anlamadığım kelimelerinden sonra bir insanın yaşamında yapabileceği en berbat hatayı yaptım ve gözlerine baktım.
Aniden müzik bir uğultuya, insanlar garip karaltılara, mumlar devasa yangınlara ve şarap yok edici bir uyuşturucuya dönüştü.
Ve evrenin ritmi dağıldı, yavaşladı…
Çünkü ani, sarsıcı bir tokat gibiydi bakışları, ayaklarımı yerden beynimi evrenden kesen. Bir bakışı yetmişti dağılıp boşlukta parçalanmama, parçalarımı kaybedip sonsuza dek eksik kalmama. Karşısında ezildim, benliğimi kaybettim, küçüldüm ve başım dönerek hiçliğe düştüm. Rengârenk, akışkan ve değişken bir kaleydoskopa bakar gibi hayranlık ve şaşkınlıkla bakışlarına kilitlendim. Tüm ruhumla istemsizce bir anda düğümlendim.
Sadece bakmakla yetinebildim. İnsan böyle bir varlık karşısında başka ne yapar bilemedim. Tek istediğim konuşmayı kesip beni alması, kölesi yapması, her gün canımı yakması ve hırpalayarak bana sahip olmasıydı.
Ki ben Tanrıtanımazlığım ve uzlaşmazlığımla bir ömürdür yalnızdım.
Ve ben aidiyetsizlik hakkında bir kütüphane dolusu kitap yazardım.
Yine ben ki yalnızlığın en dipsiz, en karanlık kuyularında bile gözüm kapalı dolaşırdım.
Ve tüm hisler bunlar bana evrenin başka bir boyutundaki başka bir galaksinin bambaşka bir gezegeninin en ırak noktasından bile daha uzak bir yer kadar yakındı.
Beynim ve mantığım kahkahalarla gülüp benimle dalga geçerken; yüreğim, tenim ve tinim ona doğru akıp varlığının derin ve gizemli sularında kayboldu. Dudakları dudaklarıma ağır ağır yaklaşırken aniden kavradım gerçeği. Hiç şüphesiz ki o lanetli bir mıknatıstı. Bense işe yaramaz, küflü bir demir parçası. Yer çekimsiz, girdap gibi bir boşlukta tutunamayıp, hatta isteyerek tutunmayıp ona doğru bile isteye sürüklenen…
Elleri serin bir yaz gecesi rüzgarı gibi saçlarımda dolaşırken onunla ebediyete dek aynı adımlarla yürümek, aynı anda aynı şeyleri düşünmek, içinde erirken gözlerini, sevişirken ruhunu emmek için dayanılmaz bir arzuya, karşı konulmaz bir şehvete kapıldım. Ancak benim duraksayıp söylediklerine cevap vermemem karşısında gözlerinde bir anlığına dolaşan garip bir karaltı, yüreğinde toz zerresi büyüklüğünde bir sızı ve sesindeki bir katrelik acı tını; tüm Tanrı’lardan, ölümlerden, arzda amaçsızca dolaşan bedenlerden ve semadan aldığım tüm nefeslerden daha acıtıcıydı.
Gülümseyebildim sadece ve yalnızca gözlerim çok parlak bir ışığa yapışıp kalmışçasına bakmakla yetindim. Ve beni affedercesine gülümsediğinde ruhumun gök kubbede şarkılar söyleyerek deli gibi raks ettiğini hissettim.
Kolumdan tutup beni kaldırdığında vücudumdaki teslimiyet, ruhumdaki aidiyet en çok beni şaşırttı. Bedenimi alıp ruhumu ruhuna sarıp barın leş, irin, buram buram istek ve kan kokan en kuytu köşesine götürüp kolumu şehvetle öpüp damarıma ince bir iğneden büyülü bir iksir zerk ettiğinde gözlerinin derinliklerinde Mephistopheles’in göz alıcı aksini gördüm. Hemen gözlerimi kapattım, zihnimde dans eden hayaletlere odaklandım, dünyevi ve uhrevi tüm kavramlardan arınıp benliğimi boşluğa öylece bıraktım.
Kâinatın tüm boyutlarında efsunlu zerreler halinde feryat figan dolandım ve sonsuz bir an sonra çivit mavi bir pamuktan ve kar beyazı bir buluttan mürekkep şairane bir âlemin içine kahkahadan oluşmuş köpüklerle yuvarlandım…
Gözlerimi açtığımda bir yol kenarında, karın üzerinde yattığımı ayrımsadım. Gece gitmişti. Dolunay gitmişti. Kurt adam gitmişti. En çok da benliğim gitmişti. Sadece adımı hatırlayabilmek için bile hatırı sayılır bir zaman harcadıktan sonra güçlükle ayağa kalktım. Gecenin anılarının keskin birer buz parçası gibi zihnime saplanmasına aldırmadan sendeleyerek yürümeye başladığımda, aniden tüm yaşadıklarımın gerçek olmamasından deli gibi korkarak panik halinde çıplak koluma, damarıma baktım. Oradaydı. O geceden bana hatıra kalan tek şey olduğunu sandığım iğne izi kolumun iç tarafındaydı. Kurt adam da içimde bir yerlerde olmalıydı.
Ancak arkamda bıraktığım karın üzerindeki kan damlaları onun ruhumu şaraba karıştırıp içtiğinin bir işaretiydi. Ve artık sonsuza dek bana görünmeyeceğinin, onu evrenin boşluklarında bir yerlerde kaybettiğimin, bu kapkara büyücülerle, çılgın ayinlerle dolu karanlık ülkeden bir an önce çekip gitmem gerektiğinin… Ben de öyle yaptım. Kendimi karşı yoldan geçen devasa bir kamyonun önüne attım ve yol beni nereye götürürse oraya, yüzlerce kilometre uzaktaki başka bir ülkenin bambaşka bir şehrine kaçtım.
Ve o gün öğrendim ki yolun duraksadığımız herhangi bir kenarının notaları can yakacak, kanatacak, tüm ritmi bozacak kadar güçlü olsa da onları da içine katıp yola devam etmek gerekti.
Çünkü yol zaten kendini bile kaybetmek, en çok da yok etmekti.
KaraŞapka
Kaynak: http://karasapka.wordpress.com/