Ağzına kadar tıkış tıkış dolu otobüsün basamağına, kapıdakileri ezip geçercesine, güçlükle bastı Mehmet. Kalabalık otobüse binmeye çalışmak eskisi kadar canını sıkmıyordu. Bilakis; burada karşılaştığı zorluklara alışmaya başlamış, bunlara karşı bir ünsiyet bile peyda olmuştu.
İstanbul’a endüstri mühendisliği okumaya geldiğinde, büyük şehrin karmaşası, debdebesi gözünü çok korkutmuştu. Bu şehrin onu yuttuktan sonra, kirli ve parazitli bağırsaklarında öğüteceğini, dışkısını da zehirli, pis bir çukura dökeceğini düşünüyordu. Zira büyük şehirdeki her şey gözüne o kadar zor ve farklı görünüyordu ki. Örneğin; şu anda içinde bulunduğu halk otobüslerinde, insanların oturabilmesi için koltukların olduğuna inanmıyordu artık. Bu tıkış tıkış arbede içerisinde koltukları bir kez bile görememişti çünkü. Halbuki; Anadolu’nun küçük ve şirin şehirlerinden biri tabirine cuk oturan memleketinde, otobüs yolculukları çok farklıydı.
Toki konutlarındaki evlerinden okuduğu liseye giderken, küçük bir şehir için epeyce uzun sayılabilecek bir yolu kat etmesi gerekirdi. Bu yüzden ya boş otobüsteki koltuklardan birinde uyumaya çalışır ya da cama başını dayayarak; kırık dökük kaldırımları, her tarafı çukurlarla dolu yolları, soluk lambaların ışığında bir şeyler satmaya çalışan bakkalları, akşama kadar topladığı hurdalar altında iyice ağırlaşmış olan üç tekerlekli arabasını güçlükle sürmeye çalışan eskicileri, okul-işyeri önleri, işlek yollar ve köşe başlarında bekleyen; arabalarını yağlı boyalarla maviye boyamış simitçileri, sabahın yedisinde; ailesi için çalışmak üzere evden çıktığı halde kahvaltısı hazırlanmamış, iş yerinde çay içerek yiyeceği simit ya da poğaçaları alabilmek için mavi arabaların önünde sıraya girmiş memurları, çöp konteynırlarının yanına arabasını park etmiş paspaslarını silken taksicileri, taş gibi ağır sırt çantaları yüzünden güçlükle yürümeye çalışan ilkokul öğrencilerini, lise önlerinde; kravatlarını böğürlerine kadar indirip, gömlek yakalarını yukarı kaldırarak sigara içen ve muhabbet eden akranlarını, çöp kutularının içlerine neredeyse girecekmiş gibi eğilerek karton kutu, cam şişe vs. toplayan garibanları, kaldırımları süpürgeleriyle, yolları her iki tarafında fırçalar olan iş makineleriyle süpüren temizlikçileri, sabah trafiğini yoluna koymak için kavşaklara dikilip, işleri büsbütün karmaşık hale getiren trafik polislerini, sirenleriyle sabah sessizliğini yırtarcasına bir yerlere yetişmeye çalışan ambulansları, cep telefonlarının ekranlarından birbirlerine bir şeyler göstererek ve gülüşerek yürüyen güzel kızları, kendisinin de ileride onlardan biri olmayı düşlediği uzun saçlı, sakallı üniversite öğrencilerini, sabah sabah, daha yeni uyanmış elleriyle birbirlerini tutarak yürüyen sevgilileri, içinde bulunduğu otobüsün şoförüne elini kaldırarak selam veren, selektör yapan, yanına yanaşarak bir şeyler anlatan otobüs şoförlerini, yaz kış demeden herkesten önce kaldırımlara oturup beklemeye başlayan dilencileri, hükümetin önünü yıkayan itfaiye araçlarını, annelerinin elinden tutarak, bütün günlerini birlikte geçirecekleri nenelerine giden ufaklıkları, sabah namazından sonra satmaya başladıkları işkembe, paça, mercimek çorbalarını bitirerek, kapılarının önlerine çıkıp dikilmeye başlamış lokantacıları, akşamdan yanık bırakılmış şaşalı neon lambaları hala yandığı için, vitrinlerindeki takım elbiseleri aydınlatmaya devam eden giyim mağazalarını, gece gördükleri ve hayra yordukları rüyaları yüzünden, sabah ilk iş ondan bilet alacak olan bedbahtları bekleyen; milli piyango satıcılarını, sabah namazlarını kıldıktan sonra evlerine dönmeyip, kahvehanelerin önlerine oturmuş; çay içerek sohbet eden ihtiyarları, kepenklerini kaldırarak, kamyonlarını yanaştırarak, kapılarının önlerine mallarını çıkararak, lambalarını yakarak dükkanlarını açan esnafları ve onları izleyen sokak köpeklerini seyrederdi.
Küçük şehrin bu manzaralarını, rahatlığını, sükûnetini özlüyordu çoğu zaman. Orada insanlar böylesine koşturmak, en basit şeyler için yarışmak, sıkıcı bir debdebeyle boğuşmak zorunda değillerdi. Aceleye gerek yoktu. Zira küçük şehirlerde amaç; menzile bir an önce ulaşmak, yolculuğu bir an önce bitirmek değildi. Orada yolun kendisi bir amaçtı. Yol üzerindeki tüm güzellikleri görmek, manzaraları seyretmek, incelikleri yakalamaktı amaç. Geriye yaslanıp dinlenmek ve hayatın tadını dostlarla çıkarmaktı. Bir otobanda 180 km. hızla gitmek ve gideceği yere 3 saatte ulaşmak değildi amaç. Çünkü gidilen yerde görülecek muamele “Öyle mi, 3 saatte mi geldiniz demek?” şeklindeki yavan bir takdirden ibaretti. İşte belki de tam da bu yüzden; “Cenk altı yaşında, arkadaşları ona Einstein diyor”, “Ali otuz yaşında filanca şirketin genel müdürü olmuş”, “Nejat daha yirmi altı yaşında feşmenca company’nin ceo’su olmuş, elli bin kişiyi yönetiyormuş” şeklindeki methetmeler ve tanımlamalar cezbetmiyordu Mehmet’i. Hatta evet, midesini bulandırıyordu. O çok güzel geçecek bir hayatı, dünyadaki bütün koltuklara değişmeye hazırdı. Altmış yaşına gelmesinin ve halen hiçbir koltuğa oturamamış olmasının hiçbir mahsuru olmazdı. Ona zevk aldığı, hoşlandığı, yavaş ve tatlı bir seyahat gerekti. Bu seyahat sırasındaki paylaşımlarından biri de, işte tam da şu anda önünde duruyordu. Aslında gözüne sokuluyordu.
Sıkışık otobüsün içinde ilerleyerek yanına kadar gelen küçük bir kız, minik pabucunu Mehmet’in ayakkabısın üzerine koymuştu. Yavaşça saçlarına dokundu kızın. Kız önce Mehmet’e sonra annesine bakarak ayağını mahcupça çekti. Mehmet ayağını hafifçe oynatarak kızın minik pabucuna bir kez daha değirdi. Kızın başını kaldırıp bakmasını, bir muhabbetin başlamasını istiyordu. Ama küçük kız bakmadı. Ayağını çok yavaşça kımıldatarak, minik pabucu çok az itti. Küçük kız bu kez annesinin diğer tarafına dolaşarak öbür elinden tuttu ve Mehmet’e arkasını dönüp dikilmeye başladı. Mehmet kızın örgülü saçlarını izleyerek, hafifçe tebessüm etmeye başladı. Kendisinin de böyle bir kızı olacağını düşünüyordu.