Uzakların uzak olduğu kadar yakın olabileceğini öğrenmem zaman almış olabilir. Uzak nasıl yakın olur dersin hemen, merak edersin bilirim sorgularla yaşadın hep. Yanımda olsaydın cevabını biraz bekledikten sonra verirdim; izlerdin çünkü muzipçe, tadını çıkarırdım. Seni sorguya çektiklerinde içinden hep başkalarını sorgulama hayaliyle yanıp tutuştun. Benim de yanıp tutuştuklarım var, salt sorguyla olmasa da sorularla harmanladığım birkaç şey işte. Sorularım düşünceleri doğuruyor ve yanlış sorunun yanlış düşünceleri yaratacağı riskini alıp duruyorum durmadan.
Düşün ki her sabah farklı şehirlerde açmıyoruz gözümüzü. Monoton telaşların içinde savrulmuyoruz. Hoş, aynı insan kalabalığı arasında ve aynı telaşın enerjisi içerisinde olmamız hoşuma gitmiyor değil. Teselli misali. Sürekli avunuyorum seninle ve sana bağlanan her şeyle. Avunmak; avuç avuç yuttuğun halde asla bitmek bilmeyen küçük ama etkili ilaç şişeleri gibidir. Bu telaşın içinden bir tesadüfle ya da evrenin kıyağıyla sıyrılsaydık eğer, yola çıkardık. Yolda olmalıyız, her anlamda. Ayakların kadar düşüncelerin de yürümeli, yeni yerler görmeli.
Yanıp tutuştuğum şeyler var demiştim. İşte onlardan biri sen ve yol, seninle yolda olmak. Yol ile birleşip seni, sizi birleştirip kendimi yaratmak… Sabah erkenden uyanmayı kafamıza koyardık. Yolculuğun bir anlamı olmalı düşüncesiyle farklı bir zaman dilimi yani sabahlar tercih edilir. Yolculuğun bir anlamı olmalı mıdır? Sorularım beni rahat bırakmıyor. Bazen de tek rahat ettiğim yer SorularımveCevaplarım Meyhanesi. Oğuz Atay olsa ha-ha derdi şimdi. Sürekli sapıyorum anlatmak istediklerimden, sabah erkenden uyanırdık diyordum. Zincirlerimizden ve dünyanın telaşından kurtulduğumuz için içimizde yaramaz bir çocuğun heyecanı olurdu. Çay-çay diye sayıklardım sen ise yol-yol. Her zaman olduğu gibi yine ikna ederdin beni ya da sana inanmayı, teslim olmayı seçerdim.
Hani her güzel şeye, uzun süre hayal edilen mekanlara ya da insanlara kavuştuğumuzdaki ”hayal ettiğim gibi olmazsa, o kadar güzel olmazsa” kaygısı olur ya, azıcık ondan hissederiz. Sen belli etmezsin yola bakar gibi, önemli şeyler düşünüyormuş gibi yaparsın yine ben titrerim. İçimiz çok ısrar ederse birimiz tutar diğerimizin elini. Yeni yerler görmek, yeni hisler keşfetmek vakti olduğunu anlarız. Yol ilerledikçe bitmesin isteriz. Aklımdan ”her şey geride kaldı” gibi klişe laflar geçerse gözlerine bakarım ve klişe olmadığına inanırım.
Mola verdiğimizde kimsenin umursamadığı ayrıntılarda kayboluruz. Sen konuşurken gözlerini kaçırmana, ellerinin sen fark etmeden inip kalkmasına, rüzgarın bana kıyak geçer gibi saçlarını savurmasına dalarken aklımı yumruklayıp anlatmak istediğin, kim bilir kaç yıldır içinde kalmış olan o küçük davaya odaklanmaya çalışırım. Çaylarımız biter, bir tane daha içmek istersem avutursun beni ‘içeceğiz yine’ diye. Zaman yoktur çünkü. Yoksa var mıdır? Yoksa zaten vardır. Oğuzcuğum Atay yine gülüyor ordan bana. Albayı da ciddi yine. Zamanı yok edip yürürüz. Aracı kaçırmak bu sefer umrumuzda olmaz. Bu da dünyanın telaşıdır ne de olsa.
Sessiz bir gölün kenarında dinleniriz. Göl bize bir şeyler fısıldar. Burda kaç kişi intihar etmiş, neden etmiş, kaç sevgili en derinleri hedef alarak ateş etmiştir sözleriyle de yankılanmıştır gölde? Birbirimize daha sıkı sarılırız. Aristo, Fizik kitabında zamanı parçalara böler. Ayrı ayrı noktaların birleşimidir zaman ona göre. Biz hava kararırken Aristo’ya kafa tutarcasına tüm zamanları tek bir dokunuşta birleştiririz.
Beni izlemenin tadını çıkardım, artık inat ediyorsun cevap için. Uzaklar yakın olabilir, çünkü her yargı tersiyle var olur ve devinir. Keyifli yanıysa, biz felsefeyi kullanmadan yaptık bunu.