Biz meğer çocukluğumdan beri onunla birlikteymişiz. Her zaman kendimi olabildiğince yalnız, olabildiğince ben, insanlara karşı tabularını yıkmaktan çekinen biri olarak görürdüm. “Ben böyleyim” şarkısı, “ben böyleyim” cümlesi beni tanımlayan tek gerçek sanırdım. Çoğu zaman da aklıma gelirdi gerçekten yaşayıp yaşamadığım. Sorardım hep kendime; “şu an gerçekten yaşıyor muyum, yoksa bir rüyada mıyım?” diye… Karşıma çıkıp bana gerçekleri gösteren bir perinin beni yendiği zamanlardayım şimdi. Herkes birdi, tekti, özeldi bu dünyada ya hani; ben benden beni alıp yeni bir ben yaratmıştım oysaki. Hep değişmeye dair olmuştu isteklerim, yeni yeni onunla tanıştıktan sonra fark ediyordum bu gerçeği. Değişmeye değil; birimizden birini öldürmeye ihtiyacım vardı benim. Çünkü bir evde aynı surette aynı bedende iki kişi olabilirdi ancak; bir dünyada aynı surette aynı bedende farklı ruhlar bir arada dolaşamazdı. Birinden birine yazık olması demekti bu. Şimdi farkına varıyordum bu gerçeğin; evet, o uyuyordu. Hiç uyanmamıştı aslında, hiç karışmamıştı hayata, yalnızca penceresinden bakmıştı hayatın…
Şimdi bana doğru yürüyor, kibri, bir o kadar da düşük kendine güvensiz bedeniyle… Bir insanda hem bu kadar kibir, hem de böylesi bir güvensizlik nasıl olur da bir arada yaşar? Yıllar sonra tekrardan birbirimizi bulduk işte. Göz göze geldik, karşı karşıyayız, birbirimize bakmaktan çekinmeyecek kadar yakınız. Artık yüzleşmek zamanı…
“Nihayet karşılaştık!”
“Evet… Yalnız bak, ben yürüyebiliyorum. Adımlarımı atabiliyorum en nihayetinde, sen ise maalesef ki bir kafesin içindesin.”
“Uyandıysan artık, şimdi beni kafesin içinden çıkarman gerekiyor demektir.”
“Çıkarmak? Ben, ben mi seni kafesinden çıkaracağım?”
Gözlerimizi birbirine kenetlemiştik ve olabildiğince cesur bakıyorduk birbirimize. Hangimizin daha cesur olduğunu sorsanız, neticede en cesur bendim aslında. İç sesimi duymuşçasına “peh!” diyerek gülümsedi. O ise korkak olmasına rağmen kendisinin en cesur olduğuna yine kendisini inandırmaya çalışıyordu.
“Sen mi daha cesursun? Yapma haydi… Tabii ki de ben cesurum. Sen sadece benim hayattaki rolümü çalan bir hırsızdan başka bir şey değilsin.”
Eleştirilmek onu hep derinden sarsan bir gerçek olmuştu. İnsanlar onu eleştirdiklerinde o eleştirileri her daim birer hakaret olarak alır ve hep kendini savunma gereği duyardı.
“Tabii ki de daha cesurum! Baksana, senelerdir bu hayatta ben yaşıyorum.”
“Sen buna yaşamak mı diyorsun? Beni esir aldın, kapattın bu kafesin içerisine ve öylece elini kolunu sallaya sallaya aslında korkakça bir yaşam sürerek buna derinden alınan bir nefes değeri mi biçiyorsun? Sen tam bir korkaksın! Korkak olmasaydın dışarı çıkmama izin verirdin, korkak olmasaydın beni azat ederdin.”
“Ben seni daha yeni buldum. Senin bu kafesin içerisinde olduğunu bana o peri söyledi, ben senin varlığından bile haberdar değildim ki.”
“Yalan söyleme. Aslında içerilerde bir yerlerde kalbin benimle mücadeledeyken bunu hep biliyordun. Beni sen kapattın buraya, ilk karşılaşmamızı hatırlamıyor musun?”
“Hayır, ben yemin ederim hiçbir şey hatırlamıyorum.”
“O zaman çıkar beni buradan ve sen layık olduğun yere git.”
İsteğime karşı tereddütle yaklaşıyordu, o zaten hep korkaktı. Kendisini hiç sevmezdi, aynadan bakarken ona kendisini güzel gösteren de hep bendim. Çünkü aynada gördüğü gerçek bendi. Bir tek aynada ona ben görünürdüm, o ise -salak- aynadakini hep kendisi sanırdı. “Ne kadar güzelim ben ya!” diyerek yeşil gözlerine hayran hayran baktığı sıralarda ve egosunun tatminiyle nefes aldığı anlarda kafesimdeki çığlıklarla ona ben görünüyordum. Bir tek aynada beni öldüremiyordu, bir tek aynada benden saklanamıyordu. Aynalardan kopunca ve hayatın gerçeklerinde yüzmeye başlayınca hep boğulurdu. Çünkü o benim hayat rolümü çalmıştı, bu da bu yüzden ona müstahaktı.
Kendisiyle ilgili iyi hiçbir şey yapmazdı, arada süslenip sosyal medyanın göz bebeği olduğunu sanıp güzel fotoğraflarını paylaşmaktan başka. Birçok eseri kendisinin yarattığını söylerdi ama; aptaldı, o hep aptaldı. Bunca eserin, bunca ürünün ve bunca güzelliğin benden geldiğini, gerçek ben’den çıktığını fark edemeyecek kadar aptaldı. Kendisini bir işe yarıyor sanıyordu, o sadece işe yaradığını sanan aptallardandı. Gerçek ben ise yıllardır bu kafesin içerisine hapsolmuştum. Şimdi ikimiz de susuyorduk.
“Haydi, bana bir fırsat ver. Göreceksin bak, bu hayat yalnızca benim ve bana ait. Sen yıllarca bu rolü üstlendin zaten, sen yıllarca hayatımı mahvetmekle uğraştın durdun. Bırak da artık hakkım olan hayatı yaşayabileyim. Zaten sen yaşadığın sürece bu hayatta hiçbir şey yapamayacaksın. Beni kafesin içerisine hapsettin ama; aslında kafesin içinde olan sensin farkında değilsin. Çıkar beni buradan, çıkar da hayatımı yaşayayım. Korkma beni çıkarmaktan, kimseye bir şey söylemeyeceğim. Yıllarca ben olmak için uğraşıp durduğunu, olamadığını kimse bilmeyecek. Bu seninle aramızda bir sır olarak kalacak.”
“Hayır! Ben bunu yapamam.”
“Yapamam… Evet, senin bu hayatta en çok kullandığın kelime de zaten ‘yapamam’ Oysaki ben hep her şeyi yapabileceğime inandım. İnandım da, sen beni buraya hapsedince sadece inanmakla kaldım.”
“Bizi buluşturan o periye söyle de, o seni buradan çıkarsın haydi.”
“O perinin görevi beni buradan çıkarmak olsaydı sen zaten hiç yaşamıyor olurdun. O perinin görevi sadece bizi buluşturmaktı. Beni buraya ne zaman ve nasıl hapsettiğini gerçekten hatırlamıyor musun?”
“Hayır, hatırlamıyorum.”
Şimdi ona inanır gibi olmuştum. Doğru, o neyi neden yaptığını, ne yaşadığını, ne yaşamak istediğini hiçbir zaman bilememişti. Sadece bir role bürünmüştü yıllarca. Bazı geceler uyanır, gecenin karanlığında bir halüsinasyon görmüşçesine eline bakar, elini seyrederdi yatağında. Eli ona çift görünürdü; aslında o sıralarda ben açığa çıkıyordum, ben uyanıyordum ve uyandırmaya çalışıyordum onu…
O bir uyurgezerdi; doğru ya, neyi nasıl yaptığını nasıl bilecekti… O beni bahaneler kulağına fısıldayıp onu uyandırdığında buraya hapsetmişti. Yoğun bakım ünitesinden çıkacağı geceydi, karşısındaki duvarda bir saat duruyordu. Uyanmıştı, uyandığının farkında bile değildi aslında. Ben de yoğun bakım ünitesinin kapısından onu izliyordum. Ben aslında ameliyata gerek kalmadan kendi gücümle Allah’ın bana verdiği güçle sapasağlam doğup sapasağlam yaşayan bendim. Onun ise hayatta nefes alabilmek için hep bir bahaneye ihtiyacı vardı ve bu yüzden hastalıklar silsilesinin mağdur kızını oynuyordu. O gece uyandığında yoğun bakım ünitesinin kapısında beni gördü, uyurgezer haliyle kabloları söküp yanıma geldi, ağzımı kapattı çığlık atmamam için ve beni şimdi bulunduğum yere; bu kafesin içine kapattı. Uyurgezer olduğu için bunları hatırlamıyor tabii ki. İyileşip hayata döndüğünde oynadığı rol de onu kendini benimseyip başka birinin olmadığı varlığına inandırdı. Biz aslında doğuştan iki kişiydik. Biz aynı bedenin farklı ruhlar çerçevesinde yaşam mücadelesini verecek olan bir ikiliydik. O hep hastaydı, ruhu hastaydı, kendisi hastaydı, amaçları hastaydı, korkuları hastaydı. Ben hep güçlü olandım. Bedenen aynıydık, ruhlarımız karakterimiz hep çok başkaydı. Şimdi yıllar sonra beni hapsettiği yerde beni buluyor burada olduğuma inanamaz gibi, bir o kadar da beni buradan çıkarmaktan korkarak… Beni çıkarırsa kendisinin öleceğini biliyor çünkü.
“Ben bir kuş değildim ki beni bu kafesin içine hapsettin. Özgür olmak, özgürce yaşamak isteyen bir insandım sadece. Bana bunu neden yaptın? Sen kendini de beni de hiç sevmedin ki zaten.”
Başı önünde öylece susuyordu. Birdenbire gök gürledi. Gözlerini kapatıp iki eliyle kulaklarını kapattı ve minik bir kedi yavrusu gibi sündü. Ben ise Allah’tan başka hiçbir şeyden, hiçbir kimseden korkmazdım. Yıllarca gök gürültüsünü seyredip kafesimden çıkmak için Allah’a dua etmiştim.
“Korkuyorsun…”
O kadar bitkin o kadar korkak ve güçsüz duruyordu ki ona acımamak elde değildi. O, hayatı boyunca bunu çok iyi başarmıştı zaten; bu onun rolüydü. Kendini başkalarına acındırmak rolü… İyi bir kız olduğundan dem vururdu ama; aslında o kötü bir karakter oyuncusuydu. En mühimi, yaşamak arzusuyla dolup taşan ben’i, bedenen aynı ruhen farklı olan ben’i buraya kapatmıştı. O, kendisini iyi olduğuna inandırmaya çalışan kötü bir kızdı. Başkalarına yardımsever, fedakâr olduğunu ileri sürerdi ama; aslında iyilikle dolup taştığı anlarda bütün o iyilikleri yapan yardımsever de bendim. Uzaktan dahi olsa dokunduğum yerleri aydınlatmak ve iyileştirmek gibi bir özelliğim vardı. Başkalarına buradan yetebiliyordum ama; kendime faydam olamıyordu, kendimi bu kafesten bir türlü çıkaramıyordum.
“Şimdi, lütfen buradan beni çıkar. Bu hayat benim. Hakkım olan hayatı yaşamak istiyorum. Korkak olan biri böylesi güzel bir hayatı yaşamayı hak etmez ki zaten. Çıkar beni buradan, korkma, sana bir şey yapmayacağım. Haydi…”
O bir tek kendisinden korkmazdı. Aslında en büyük zararı kendisi kendisine verirdi; bunun da farkında olmayan bir uyurgezerdi. Diğer bütün insanlardan, hayvanlardan, bitkilerden, böceklerden; asıl yaşamın kendisinden korkardı. Elimi uzattım kafesimden, “lütfen…” gözlerine ricayla bakıyordum.
“Benim seveceğim, benim sevdiğim ve birlikte olduğum, olacağım insanlarla sen birlikte olacaksın! Sen seveceksin onları… Ama seni sevmeyecekler, çünkü beni de zamanında sevmediler.”
“Yanılıyorsun. Beni gerçekten çok sevecekler. Çünkü onların görmek istedikleri ve sevmek istedikleri kişi sadece benim. Sen kendini sevmiyorsun, onların seni sevmelerini bunca yıl nasıl oldu da bekledin ki? Haydi, daha fazla mücadele etme; azat et beni, bunca seneyi bomboş geçirdim senin yüzünden, sen de acı çektin. Hayatı hiç yaşayamadın ki dolu dolu, izin ver de çıkayım ve mutlu olayım. Lütfen…”
“Bir dakika o zaman. Şu yağmur bir dinsin de…”
“Yağmurun dinmesini beklersen bulutların ardındaki güneşi kaçırabilirim. Lütfen… Korkma gök gürültüsünden, haydi; bir şey olmayacak. Aç şu kafesi.”
“Yalnız, ben sosyal medyada çok popülerim. Bir sürü takipçim, beni sevenler, okuyanlar ve beni tanımak isteyenler var. Onlar ne olacaklar?”
İstemsiz bir şekilde kahkaha attım.
“Onlar seni değil; görmek istedikleri kişiyi seviyorlar, onu benimsemişler. Senin gerçekte böyle bir insan olduğunu bilseler seni severler mi sanıyorsun? Çık şu hayal âleminden. Yıllarca kendine bu hayal âleminle zarar verdin; sevdiklerini de bu yüzden incittin zaten. Hakkım olanı ver bana, lütfen… Zaman daralıyor bak. Ben uzun yıllar daha bekleyemem senin beni azat etmeni. Hayatında bir kez olsun kendin için bir iyilik yap ve gerçek ben’i ortaya çıkar.”
İnsanın kendi kendini kapattığı kafesten yine kendisini çıkarması çok tuhaftı. Her insan iki kişiydi, iki ruhtu aslında. Biri olmak istediği, diğeri ise olduğu ve olmayı kabullendiği… Bu kez kabullenmek zorunda olduğum ya da kabullendiğim ben yaşamayacaktı. Ben ona yaşamak hakkını uzun yıllar önce vermiştim ama o bunu uyurgezer biriymişçesine kullandı. Görmeden, bakmadan, duymadan adeta bir hayal âleminde… Şimdi yaşaması gereken kişinin ortaya çıkma zamanıydı. Kafesi açtı, yine korkarak… Başı önündeydi, dinmiş olan yağmur tekrar başlar da şimşek çakar yüzüne ışık vurur diye korkuyordu. Aslında şimşekten korkmak sebebi hayatı boyunca karanlığı seçmesiydi, çünkü şimşek aydınlığı temsil ederdi; şimşek bir ışıktı ve karanlıkları aydınlatırdı. Oysaki ona göre karanlıkta kalmak onu iyileştiren tek şey sanıyordu. Kafesimden çıkmış olmamın huzuruyla derin bir nefes aldım, bana gözleri dolu dolu ve bir o kadar da korkarak bakıyordu.
“Şimdi ne olacak?”
Sorduğu soruda tereddüt vardı, bu kez benim onu kafese kapatacak olmamdan korktuğu belliydi.
“Hiçbir şey olmayacak.”
“Nasıl yani, sen beni kapatmayacak mısın buraya?”
“Ben sen değilim ki kötülükle yoğrulayım; karartayım kalbimi. Bana bulaşma, bir daha karşıma çıkma ve ben olmaya çalışma yeter.”
Şiddetli yağmurda yürümeye başladım ani bir gök gürültüsü daha duyuldu, o yine karanlıktaydı ve birdenbire çığlık sesi duyuldu. Arkama dönüp baktığımda ise o artık yoktu…
Dilara AKSOY