Bu öykü ilk kez Kule Fanzin’in 4. sayısında yayınlanmıştır.
İlk kez karşı dükkanın vitrininde görmüştüm onu. Bedenini kavrayan büyük eller, hoyratça onu camın arkasına yerleştirdiklerinde. O an, aşık olmuştum O’na. Evet, yanlış okumadınız, aşktan bahsettim. Ben de aşkı tadabilirim. Yani tadabilirmişim, O’nu görünce öğrendim. Taş gibi sert bedenimin içinde gerçek bir kalp atmaya başlayınca…
Ne kadar zarifti… Ne kadar güzeldi… Ne kadar asildi… Koridorun öte tarafındaki kadın giyim mağazasının vitrininde, üzerinde kıpkırmızı, göz alıcı bir tuvaletle öylece duruyordu. Sanki bu duruş bir mecburiyet değil, bir tercihti. Ve sanki duruşuyla tüm dünyaya baş kaldırıyordu. Beyaz teni, kırmızı elbisesiyle müthiş bir kontrast oluşturuyordu. Bense koridorun bu tarafında, bir erkek giyim mağazasının vitrininde, üzerimde jilet gibi bir takım elbiseyle duruyor ve hayran hayran O’na bakıyordum. Spot ışıklarının, çocuk ağıtlarının, adına “elektronik müzik” denilen şu iç bayıcı müziğin ve kalabalığın yaydığı uğultuların ortasında; her gün, her an…
Bizi hiçbirşey görmez, söylemez, işitmez bilirsiniz. Adı üstünde; “Cansız”. Ama zamanın sessiz tanıklarıyızdır biz. Hayatın ve insanların da… Biliriz “tüketim çılgınlığı”nın ne menem birşey olduğunu… Bir hastalık gibi günden güne yayıldığını… İnsanların dönüp dönüp bize nasıl baktıklarını… Baktıklarını, ama bizi değil, üzerimizde taşıdığımız kıyafetleri gördüklerini…
Işıklar sönüp, kepenkler bir bir inip, AVM kapanınca; bizim saatlerimiz başlar. Bütün gün kıpırdamadan duran mankenler canlanır; mağazalara girip-çıkanlardan, vitrinlere bakanlardan, personelden veya tesadüfe kulağımıza gelen haberlerden konuşulur. Sohbetler kaldığı yerden devam ediyordu, ama ben, donup kalmış bir şekilde O’na bakmaya devam ediyordum. Daha doğrusu, hala durduğunu tahmin ettiğim karanlık boşluğa. Gecelerim O’nu düşünerek geçiyordu; Gün içinde O da karşıya, yani bana bakıyordu. Ama bu bir mecburiyetti. Peki benim hakkımda gerçekten ne düşünüyordu? O da beni seviyor muydu?
Onunla konuşmayı, O’na açılmayı düşünmedim mi sanıyorsunuz? Elimde olsa yapmaz mıydım? Sizin dünyanızdaki kadar kolay değil böyle şeyler! AVM kapanıp, kepenkler indirildikten sonra mağazadan çıkmam imkansızdı. Hem ne söyleyecektim ona Tanrı aşkına? Ne vaat edecektim? Biz karşılıklı hücrelere kapatılmış iki mahkumduk bir nevi ve O’nu sadece “izlemek” bile benim için bir ödüldü.
Bir sabah gün aydınlandığında, o yoktu karşımda. Kalbim, -varlığını yeni keşfettiğim kalbim- deli gibi çarpmaya başladı o an. Tarifi imkansız bir endişe kapladı bütün bedenimi. Başım döndü, gözlerim karardı, yere yığılacağım sandım ama azmettim;pozisyonumu korumayı başardım. Neredeydi? Neden gitmişti? Ne olmuştu ona? Kafamda cevapsız sorularla AVM’nin kapanma saatine kadar zor sabrettim.
Gece çöktü, kepenkler indi, ışıklar söndü ve ben kıpırdadım. Mağazanın arka tarafında bulduğum sandalyeyi bütün gücümle vitrine fırlattım. Alarm devreye girdi. “Ne yapıyorsun?!” diye bağırdı arkadaşlarımdan biri. Cam kırıklarının arasından geçerken “Onu bulmaya gidiyorum!” dedim.
O akşam, bütün koridorlarını dolaştım AVM’nin. O’nu aradım mağazaların vitrinlerinde. Yoktu. Gitmişti. Bir kolonun dibine çöktüm ve -gözlerimden tek damla yaş akmamasına rağmen- ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra… Bağıra bağıra… Birden, parlak bir ışıkla kamaştı gözlerim. Üniformalı bir bekçi, en az benim kadar şaşkın, bakıyordu feneriyle aydınlattığı yüzüme.