Hasta sinirleri için tavsiye ettikleri bu kimsesiz ve gürültüsüz yerlerde, uzun bir akşam gezintisinden dönüyordu. Sıcak bir sonbahar gününün sonuydu. Gecenin yaklaştığını gören tabiat, serin bir nefes almak için kımıldanıyordu.
Biçilmiş tarlaların ortasında ıslak bir halat gibi parlayarak uzanan patikaya giderken, karşı tepelerin birinde yüksek bir taş bina gözüne ilişti. Perdesiz pencerelerine vuran güneş, ona kırmızı gözlü bir canavar şekli veriyordu. Ve yıkık duvarlı bir bahçenin ortasında, harap bir kaleyi veya boş bırakılmış bir konağı andıran hazin bir ihtişamı vardı. Vaktin daha erken olduğunu düşünerek bu binayı yakından görmek isteğine kapıldı…
Kapının kolunu tuttuğunda, yıllardır görmediği yaşlı bir dostunun elini sıktığını hayal etti. Ona bir yerlerden tanıdık geliyordu burası. Kaybettiği benliği, kendi gibi bu soğuk taş binanın içinde hapsedildiğini anladı. İçeri yavaş adımlarla girdi. Sanki bastığı zeminin canını acıtmamak için özellikle çaba harcıyordu. Etrafta birçok eski eşya vardı. Her biri, başka anlamlar taşıyor gibiydi. Duvarda asılı duran halı, hiçbir zaman ayaklar altına aldırmadığı gururu gibi bakıyordu kayıtsızca. Kibiri de, yerde kırılmış şekilde kalmış bardak parçaları olmalıydı.
Çevresindeki herkesi tamamen uzaklaştırmıştı kendinden. Tek gözlü; adeta bu bina gibi yaşamıştı hayatını. İçinde yalnızca bir kişinin yaşamasına olanak sağlayacak şekilde tasarlanmıştı. İçeriye girebilmek için tek bir anahtar vardı ve anahtarın başka birinde daha olma düşüncesi onu rahatsız ediyordu. Üzerine güneş vuran pencereye yaklaştığında yaşlı adam, kendini biraz daha rahatlamış hissediyordu. İçi bu kadar boş olmasına rağmen bir şeylerin burayı doldurduğunu düşündü. Daha önceleri de onun gibileri buraya uğramış olmalıydı. Onlar da binanın her parçasında hayatlarından kesitler yakalamışlardı. Buraya gelenlerle tanışıyor olsaydı “Yalnızlığın Kalesi” diye anlatırlardı; sadece güneşin varlığını yakından bildiği bu izbe binayı.
Yaşlı Adam, duvarda asılı olan gururuna doğru ilerlerken, yıllardır fark edilmeyi bekleyen şamdan gözüne çarptı. Üzerinde sayısız mum yakılmış; ama kimse bir kere olsun şamdanı temizlememişti. Eriyen mumlar, sanki kötü hatıralar gibi kaplayıvermişti etrafını… Yerden bulduğu bir taşla masanın üzerinde duran şamdanın etrafını kazıdı. Kararmıştı.
Hangi sebebin bu ihtiyar şamdanı kararttığını düşünürken, kaybolan aleve benzeyen bir ışığın kafasının içinde parlamaya başladığını hissetti ve karşısındaki kandilin arkasında, ona benzeyen sayısı belirsiz kandiller sıralandığını gördü. Şamdanlardan yalnızca bir tanesi yanıyordu. Bu, yıllarca konuşmayı beklediği kadındı. Kırılgan, en ufak
bir rüzgarda savrulacak dal parçasından farksızdı. Yaşlı adamın gözünde diğer herkesten farklıydı o. Diğerlerinin arasında tek başına yanan kandil gibi dikkatini çekmişti. Solgun alevi, canlandırılmayı bekledi yıllarca. Bir kez olsun gidip konuşamadı onunla. Bir gölge gibi yıllarca takip ett tüm adımlarını. O solgun alevin parlamasından korkuyordu Yaşlı Adam. Belki de canlandırmaya çalıştığında tamamen yok olmasından…
Pencerenin kırık olan boşluğundan Yaşlı Adam’ın derin iç çekişinin sözcüsü gibi girdi rüzgar sakince. Hiçbir dayanağı kalmamış cılız alev sarsıldı çaresiz bir halde. Yaşlı Adam, hemen elleriyle içeri dolan rüzgarın aleve söndürmesine engel olmaya çalıştı. Artık avuçlarının arasındaydı uğruna hayatını değiştirdiği kadın. İster ellerini açar hayatını söndürür, ister elleriyle korumaya devam eder, ona bir şans daha verirdi.
Çok geçmeden alevi korumasına gerek kalmadı. Rüzgar kesildi, kadını koruyan bir çift el şamdanın etrafından uzaklaştı.
Güneşin sahip olduğu renk, şamdanın üzerindeki kırmızı alevden geliyor gibiydi. Gitme vakti yaklaşıyordu artık. Yıllardır bulamadığı kadınını gösterdiği için minnettar kalmıştı Yaşlı Adam bu binaya. Hiçbir dostunun yapamadığı iyiliği görmüştü… Sonsuza dek burayı en yakın arkadaşı olarak bilecekti. Son bir kez baktı yaşamının en anlamlı dakikalarının geçtiği yere. Şamdanın tüzgardan sönmemesi için duvardaki halıyı, pencerede kırık olan yerine üzerine kapadı ve binadan çıktı. Güneş battığında yaşlı adam çoktan oradan ayrılmıştı. Masanın üzerindeki kandilin kırmızı alevi, hiç küçülmeden ve titremeden yavaşça yok oluvermişti.