Güzel bir yürüyüşün ardından deniz kenarında bir kayalığa oturuyorsun. Karşında kırmızıya boyanmış gün batımı. Deniz ise, lacivert elbisesini giyinmiş. Sağında ve solunda muhteşem bir doğa. Başını hafifçe yana çeviriyosun, sarımtrak bir renk tonlaması. Mevsimin değiştiğinin haberini veriyor. Sonra serin bir rüzgar esiyor. Doğadan sana bir demet çam kokusu armağan ediyor. İçin ürperiyor ama kalkmak da istemiyorsun. Oranın bir parçası olmak geliyor, içinden… Bütün dertleri, hayat kaygısını bırakıp sadece oranın olmak istiyorsun. Bulduğun bir dal parçasıyla kayalıkların arasından huzur arıyorsun. Bir yerden uçup gelmiştir ya da bir yere sıkışmıştır ve onu unutmuşlardır. Cebine koyup götürmek ve gittiğin her yere onu da taşımak istiyorsun.
Hava giderek kararıyor. Soğuyor ve ürpermenin yerini üşüme alıyor. Mecbursun kalkıp gideceksin ve rüya bitecek. Üşümenin bedelini havaya aldanıp hırka almayarak, yalnızlığın
bedelini ise, mutlaka bir yerlerden gitmek zorunda kalarak ödüyorsun. Aslında hayat değil, sen kendi yalnızlık tablonu kendin çiziyorsun.