Kapının kulpu metal soğuğuydu. Kış sert geçiyordu ve iliklere kadar sızıyordu kar, don, ayaz. Fakat bu odadaki hissettiği soğuk kış vaktinin havasından kaynaklanmıyordu. Farklı bir soğukluktu bu, ateşle çözülemez bir don gibi. Odayı bu denli buzullaştıran yalnızlıktı. Kimsesizlik bir çeşit kaderdi ama yalnızlık daha başkaydı. Etme bulma dünyasında etmeden de bulunan bir infazdı. Korunmaktan çok, kucaklanmak istenendi.
Oda soğuktu, geldiği yolculuk uzun. Ağaçlara çiçek açtıran kış güneşi evin perdelerini açtırıyordu. Perdeleri açtıktan sonra biraz daha ağlayabilirdi. Yalnızlıktan gözyaşı gözde donmuyordu ya.
Perdeleri açarken gözüne kahverengi bir şeyler ilişti. Dışarıda, camın kenarına sinmiş bir serçe hareket dahi edemiyordu. Hani mini mini bir kuş donardı, penceremize konar dururdu…
Camı açtı ve serçeyi içeri aldı. Serçe donmak üzereydi. Belki de soğuktan…
O kadar yalnızdı ki kuş koymuşlardı penceresine.
Üşümemek içi sobayı yaktı, dertleşmek için kuşu ısıttı. Sardı sarmaladı, annesinin ördüğü atkıyı kuşun altına serdi, annesinin doğuya atandığında yolladığı battaniyenin ucunu üzerine örttü. Uzun bir süre her şey anneyi anımsatacaktı, her anı anne tadacaktı. Normaldir elbet, herkes gibi o da bir gün alışacaktı.
Soba büyük bir heyecanla yanıyordu. Alevler delikten fırlıyor odanın soğuğunu bir kez daha yalıyordu. Kuş sıcağa kavuşunca hareketlenir gibi oldu. Kilerden eski püskü bir kafes bulup serçeyi içine bıraktı. Yolculuğa apar topar çıkmadan önce sepette kalan kurumuş ekmekleri ufaladı, büyük bir şişe kapağına su doldurdu serçeye sundu, kafesi dikkatlice tutup sobaya yakın bir yere koydu.
Elinde ince belli bir bardak tutuyordu. Çay doldurdu, kaşığı şekere batırıp çıkardı. Çayına kattı, umutsuzca karıştırdı. Pencere önünde, dalgın dalgın yağan kara bakıyordu. Üzerine karlar yağsa belki başı aklanırdı. Evet, aklanırdı çünkü kar beyazdı. Çayı kırmızıydı. Hava soğuktu. Kuş ötüyordu. İyice ısınan, karnı doyan kuş ötmüştü. Kafesinin kapısının açılmasını rica ediyordu, teşekkür ediyordu, dua ediyordu. Kuş dili çocukça bir şifreydi, mahallede herkes yapardı ama o yapamazdı. Şimdiyse serçenin her dediğini anlıyordu.
Bahara kadar misafir olacağını anlayan kuş şimdi başından geçenleri ötüyordu. Çay elinde soğumuştu, artık dışarıyı değil kuşu seyrediyordu. Kuşun da, sobanın da heyecanı dinince bir bardak daha çay koydu. Raflarda birinde içi yarım bir paket olmalıydı. Çok içmezdi, çoktandır da içmemişti.
Paketi bulduğunda birkaç sigara kalmıştı. Her sigara ayrı ayrı bitkindi. Hayatı gibi; hayatı da yarım yamalaktı, bitkindi, çoğu zaman zararlı. Serçenin karşısına oturup birini yaktı. Serçe susmuş meraklı meraklı kurtarıcısını seyrediyordu.
“Bakma öyle. İyi aile kızı değilim ben. Sigara da içerim, yeri gelirse küfür de ederim. Karşında böyle kat kat kıyafetle durduğuma aldanma. Sakarya bu kadar soğuk olmaz. Alışamadım gitti zaten kara kışa, şark görevi olmasa bi saniye kalmam buralarda. Kalamıyorum daha doğrusu. Çok üşüyorum çok.
Babamı hatırlamam ben. Erken ölmüş biraz. Sakarya yatağında aktığı gibi akmamış bir gün, babamı da almış. Anne-kız, çekirdek bir aileydik biz. Birbirimizden başka kimse yoktu. İstemiyorduk da, ihtiyacımız da yoktu.
Hava soğuk olduğunda yorgana değil birbirimize sarılırdık. Annemin kokusunu buram buram içime çekemezdim o sarılmalarda. Ben astımdım, o temizlikçi. Benim annem ucuz marka çamaşır suyu kokardı. Ben yine sarılırdım. Çünkü sarılmak kuvvet verirdi. Bi de yumurta kuvvet verirdi annemin dediğine göre. Yumurta o kadar pahalı değildi, tok tutardı. Her sabah okula sırtımda çanta, ağzımda haşlanmış yumurta kokusuyla gittim.
Fakirlik denemezdi buna, hiç aç kalmadım. Ama annem fakirdi. Benim karnım doymadan o yatmazdı. O ya hep iştahsız olurdu ya da temizliğe gittiği evde sofraya oturmuş. Ben çocuktum ve işverenin sadece iş verdiğini, ekmek vermediğini bilmezdim.
Bi radyodan yahut televizyonda bi yerden duymuş olmalı. Hep idealist olmamı vatanı sevmemi istedi durdu. Vatanı hep sevdim. İdealist olamadım ben de öğretmen oldum. Üniversitede burs bulamasam bu kadarı da olamayacaktım.
İlk buraya atanınca annemi de yanıma alamadım. Halimden anlarsın, buranın havası sert. Hem sen de bilirsin köy yerinde paraya ihtiyaç olmuyor. Anneme yollardım parayı, komşunun oğlu parayı çeker çarsını pazarın manavını fırınını dolanırdı. Annem son zamanlar çok hastaydı be, son gittiğimde gördüm. Zayıflamış, gözünün yuvaları çökmüş, saçları sanki o ucuz marka çamaşır suyu yatırmış gibi birden o kadar beyazlamış.
Ev öylesine kirliydi ki aklım almadı. Her raf bir kağıt kalınlığı tozdu, mutfak artık kokmaya başlamıştı. Temizlikçi kadınların ölümleri en azından kirden olmamalıydı. İnsanlığın, komşuların ölümü temizlikçi kadının evini temizlememekten olmamalıydı.
Bu hayatta bir terslik yok mu? En yaşanmaması gerekenler neden hep talihimize ilk vuranlar olur?
Sen mesela, serçesin. Kocaman bir sürün olmalı. En azından bir çiftin, bir dostun, arkadaşın. Hayvan içgüdüleri, insanlığı hayvanlardan öğrenme… Bunlar da mı hikayeden ibaretmiş serçe?
Annem öldüğünde yanında değildim. Cenazesinde vardım çünkü benden başka defnedecek kimse yoktu. Komşunun oğlu, imam, iki komşu kadın, ikindi vaktini kılan camii cemaati. Mütevazi ve içler acısı bi cenaze töreniyle gömdüm annemi. İnsanlar üfledi, biz de harlanacak yere söndük işte.
Gözümün yaşardığına da bakma. Ayakları üzerinde duran çağdaş bir kadınım ben!
Değilim.
Zaten her ne kadar ayakların üzerinde dursa da sırtını bir yere yaslamadan düşüyor insan.
Ben üşüdüm serçe, hava karardı yalnızlık çöktü yine. Şu sobaya yine birkaç hatıra atmalı.”
***
Bir haftadır düşünüyordu, dilekçeyi vermeli mi?
Bahar olunca serçeyi salmıştı. Bir serçeyle üç ay kalmış, bir serçeyle sürekli dertleşmişti. Buzlar çözülmüş bahar gelmişti. Kimsesi kalmayınca öğrencilerine sarılır oldu, köylüye sarılır oldu, serçeye sarılır oldu. Belliydi uzaktan-yakından, yalnızlıktan yorulmuştu.
Bir haftadır düşünüyordu, dilekçeyi vermeli mi?
Burada öğretmenden ötesi olmuştu bu hanım kız. Tansiyon ölçebiliyordu mesela, akşam yemeğine davet edildiğinde gidiyordu, camiyi de okulu da o temizliyordu. Okulun bahçesine salıncak kurdurtmuştu muhtara. Çocuklar okumayı sökünce bir yerlerden kitaplar buldu. Bu köyde öğretmen olmak zordu, o da idealist oldu.
Bir haftadır düşünüyordu, dilekçeyi vermeli mi?
Neden verecekti ki? Kim vardı batıda? Ne için gidecekti, kime gidecekti?
Hiçbir soruyu yanıtlayamayınca inci gibi yazdığı dilekçeyi yırttı. Gitmesi için hiçbir sebep kalmamıştı. Kışlar soğuk geçse de kolay kolay üşümezdi artık. Bahar gelmişti, buzlar çözülmüştü.