Ada’da rüzgâr hangi yönden esse, buz gibi soğuk! Kış olsa aklım erecek. Bahar gelmiş, çiçekler açmış, ağaçlar meyveye yatmışken, rüzgârın soğuk esmesi, çok sık görülen bir şey olmadığı gibi; hayra da alamet değil!
Doruğun İngiliz kısrağı ile Kuzu limanı gezisinin üzerinden daha 10 gün bile geçmedi. Doruk ve arkadaşlarının eline; pazartesi sabahı Çanakkale Askeri Hastanesine sevk emrini tutuşturuverdiler.
Neymiş efendim?
Cıva gibi gençler, komanda olur-muymuş, yoksa olamaz mı?
Heyet rapor verecekmiş…
Doruk komando kursuna katılmayı zaten gönüllü istemişti. Lakin Ada’dan bu kadar çabuk ayrılacağını hesap etmemişti.
Zarfı alınca bütün neşesi kaçtı.
Zarfın ağzı kapalı, yazı elinde.
Vapur Çarşamba günü Kaleköy limanına yanaşacak.
Daha vapura binmeden, yüreğinde şiddetli bir fırtına koptu.
Görünmeyen dalgalar, dam boyu.
Gemi direkleri çökmüş.
Yelkeni yırtık, param parça.
Forsaların kürekleri suya düşmüş.
Mesai bittiğinde, bölükte kalan arkadaşlarıyla, vedalaştı. Salı günü hazırlık yapacak, çarşamba günü Çanakkale’ye hareket edecekti.
Servise binip ilçeye hareket ettiğinde, ilk geldiği günü, nizamiyeden içeri girişini ve yaklaşık bir yıla sığan günler, yeşil çam filmi gibi gözlerinin önünde beyaz perdeye düştü.
İzlediği filmin oyuncuları doruk ve arkadaşlarıydı.
Maziyi izlerken masumlaştı.
Sonra kirpiklerinin ıslandığını fark etti.
Arka cebinden mendilini çıkarttı gözlerini sildi.
Akşam yemeği için gazinoya gittiğinde açlık hissetmiyordu. Yinede tabldotta ne varsa aldı. Yanına da bir şişe kırmızı buzdağı açtırdı.
Yemek masasında yalnız değildi elbette.
Arkadaşları yanındaydı.
Lakin muhabbet hep Foça ve kurs üzerine kurulmuştu.
Bazen Çanakkale’de geçecek birkaç gün ve alınacak rapor devreye girse de, konuşmanın bile tadı tuzu yoktu.
Yemekten sonra, komando kurs adayları hep birlikte kalktı.
İlçe PTT’sine gitti.
İzmir Oteli arandı ve yer ayırtıldı. Doruk bu ani gelişmeyi Helena’ya nasıl açıklayacağını, nasıl bir tepkiyle karşılaşacağını düşünüyordu.
Mahalleye vardıklarında saat 23’ü geçmişti. Kosta kahveyi kapatmıştı. Doğrudan eve çıktılar. Kimsenin neşesi yoktu. Ranzaya uzanan kendi iç dünyasına dalmış, kendi muhasebesiyle baş başa kalmıştı.
Salı sabahı uyandıklarında saat 10 olmuştu.
İsteksizce kalktılar, usulen ellerini yüzlerini yıkadılar, yatakları bile toplamadan/düzeltmeden valizleri yerleştirmeye koyuldular.
Valizi hazırladıktan sonra, eline su kovalarını aldı, çeşmeye doğru isteksizce yürüdü.
O zaman aşk bir başkaydı.
Haberleşme Kızılderili kabileleri gibi işaretlerle yapılıyordu. Kimi zaman ayna ve güneş kullanılırken, bazen daha önceden kararlaştırılmış el kol hareketleri yetiyordu.
Kaderin bir cilvesi mi dersiniz, yoksa telepatinin gücümü bilinmez. Doruk yola çıkıp çeşmeyi gördüğünde, Helena çeşme başındaydı.
Adımlarını sıklaştırdı, çeşme başına uçarcasına vardı. Kısa bir selamlaşma ve hal hatır sorman ardından, randevulaştılar.
Son buluşma çok duygusal başladı. Daha sonra susuz kalmış çöl kuşlarının, vahayı görünce suya kanat çırptığı gibi kanat çırparak indiler suya. O muhteşem anı! Kana kana birlikte içtiler Her ikisi de iyi biliyordu, bu buluşma son buluşma, bir daha tekrarı yok…
…/…