İşte her şey hazırdı. Beni bekleyen ışıl ışıl kocaman bir sahne ve duygularına zincir vuramayacak onlarca seyirci… Bir an durdum, ellerim titriyordu. “Bu kadar stresli olmamalıyım.” diye tekrarladım içimden. Kendimi dakikalarca telkin etmeye çalıştıysam da ne fayda? Parmak uçlarım karıncalanmaya başlamıştı bile. Bir an önce sahneye çıkmak, seyircilerime kavuşmak ve sahnenin o loş ışıkları altında benliğimi kaybetmek arzusuyla yanıp tutuşuyordum. Sahneye çıkmadan önce son bir kez kendime bakmak için aynaya yöneldim. Her şey kusursuz olmalıydı. Bembeyaz ipek kumaştan elbisemin içinde kendimi göğe doğru kanatlarını çırptıkça etrafına özgürlük kırıntıları saçan sıska bir güvercin gibi hissediyordum. Yo yo bir martıydım ben. Yo, değil aktristtim. Nina idim ben. Bu rol için aylarca gecemi gündüzüme katarak çalışmıştım. Şimdi gereksiz bir stres ve heyecan yüzünden bütün emeklerimi mahvedemezdim. Gözlerimi kapattım. Oyun bitimindeki kuvvetli alkışları, o coşkuyu ve duyguların bastırılmayıp patlama evresine geldiği anı düşündüm sadece. Hayal ediyordum. Hayal etmek… Gerçeklerin yanında ne kadar saf ve pürüzsüz bir kelime değil mi? Hayatımı düşündüm. Belki de benim hayallerim gerçeklerim olmayı başarabilmişti. Şu zamana kadar nasıl istediysem öyle yaşamıştım. Düşünmeden, sorgulamadan, pişman olmadan… Bir martı gibi özgür ve uzaklara dönük. Bu yüzden Nina olmak istedim. Bu yüzden Nina’yı sevdim. Çünkü o, bendim. Yalnız, kırılgan ve özgür Nina… Hayat onu da yıpratmıştı benim gibi, onu da çaresizlikler içinde sürüklemişti.
“O kadar yorgunum ki… Biraz dinlensem! Dinlenebilsem.”
Hayatım boyunca bu kelimeleri tekrarlamıştım benliğimde. Ve şimdi sahnede onlarca kişiye tekrarlayacaktım. Göz kapaklarımı hafifçe araladım, saate baktım. Derin bir nefes aldım, sahneye doğru ilerledim.
İşte sahne benimdi! Damarlarımdaki coşku dolu kıvılcımı hissedebiliyordum. Nina idim artık. Ve şimdi içimdeki o çaresiz, narin, donuk kızı tutsaklıktan kurtarıp sonsuz özgürlüğüne kavuşturuyordum.