Savaş… Bitmek bilmeyen bir savaş yaşanıyor aslında her saniye içimizde. Kendimizle savaşıyoruz, kararlarımızla savaşıyoruz, belki de yaşanmışlıklarla savaşıyoruz. Kaybeden taraf sürekli benim, kaybeden taraf aslında sürekli sensin. Sonuçlanmayacağını bildiğin bir kavgaya girişiyorsun her seferinde, ağır yaralarla ayrılıyorsun savaş meydanından. Kendi içine çekiliyor, dinlendiriyorsun ruhunu bir yandan acıların demlenirken.
Peki ya hayat? Şimdi sadece anlık mutlulukların getirdiği ömürlük acılardan mı ibaret? “Anı yaşamak” olgusu ne zamandan beri insanların diline sakız olmuş durumda bilmiyorum, sen de bilmiyorsun. Anı yaşayıp o ana hapsolmak mı daha cazip, yoksa içinde hiç yaşayamadığın ve yaşayamayacağın anılarla buraları terk etmek mi?
Kavga, savaş… Kendinle savaşın işte tam da burada başlıyor. Çaresizsin aslında ve o an bunun farkında bile olamıyorsun, eninde sonunda elinde pişmanlıklarla kalıyorsun. Yaşadım diye pişman olduğun ve yaşamadım diye pişman olacağın tonlarca anılarla.
Aklını mı dinlemek daha mantıklı burada yoksa kalbini mi? Bir kere mantık dediysek kalp olayı çoktan terk etti! Peki ya yanılıyorsak, ya kalbimiz bize en doğru yolu gösteriyorsa? Aslında en mantıklı kararı verecek olan olgu duygularımızdan ibaretse?
Belki de deneyip görmek gerekiyor, acı çekmek gerekiyor devam edebilmek için. Tüm varlığını ve yokluğunu ortaya koyarak savaşmak gerekiyor. Bu sefer kendinle değil ama, bu sefer hayatla savaşmak gerekiyor.