Cyprian Broodbank, geçen aylarda Türkçeye çevrilen “Orta Deniz’in Yapımı” (Çeviren: Ebru Kılıç, Koç Üniversitesi Yayınları, 712 s.) adlı kitapta, “Akdeniz’in geçmişini görmezden gelmenin hepimizi yoksullaştırdığını ve tehlikeye attığını” söylüyordu. Dünya tarihine her anlamda yön vermiş Akdeniz, özellikle kültürel açıdan bir hazine. Akdeniz’in bir parçası olan Ege Denizi’nin her iki yakası; Anadolu ve Mora Yarımadası da öyle.
Antik Yunan uygarlığının beşiği bu iki yaka, kendilerine hâlâ dipnotlar düşülen filozoflar, düşünürler, bilim insanları ve siyasetçileri tarih sahnesine sürmüştü. Onların kişisel tarihini kaleme alan Herodotos, Diogenes Laertios, Wilhelm Capelle ve Walter Kranz gibi isimler, dönemin ruhunu bugünlere taşımıştı. Saydığım bu yazarlar, bilgelikten felsefeye geçişe ağırlık vererek Antik Yunan düşünce iklimini resmetmişti.
David Stuttard ise yelpazeyi hayli geniş tuttuğu ve “Sappho’dan Sokrates’e 50 Hayat Hikâyesiyle” alt başlığını verdiği “Antik Yunan Tarihi”nde, şiirden felsefeye ve Antik Yunan’dan Roma’ya dek uzanan bir dönemi, kişilerin tarihinden ve yakaladığı anekdotlardan hareketle anlatıyor.
Yunan dili ve birliği
Antik Yunan’ı sadece Ege’yle sınırlamak da pek akıl kârı değil. Stuttard’ın da hatırlattığı üzere, İspanya’dan Hindistan’a kadar uzanan bir hatta yer alan bu dünya, kullandığı ortak dille çok uzun süre ayakta kaldı; felsefe, şiir, bilim, sanat ve bugün bile insanlığa yön veren bir siyaset üretti.
Hesiodos’un “İşler ve Günler”i, Homeros’un “İlyada” ve “Odysseia”sı, Antik Yunan’ın efsaneden felsefeye; bir başka deyişle “logos”a geçişini müjdeleyen eserlerdi. Bu üç klasik kitap da az önce bahsi geçen ortak dili ve onunla ifade edilen inançlarla düşünceleri yansıtması bakımından önemli.
Stuttard’ın hacimli araştırması, o dille, Yunan dünyasının kahramanlarının, kimi zaman uygarlığa çağ atlatan kimi zaman da kişisel çıkarları uğruna tehlikeye atan yapısını aktarıyor. Yazarın, kitabında yer verdiği isimlerden bazıları, salt güce bazıları ise bilgiye önem verip Yunan birliğinin tarihindeki yerini aldı. Sadece bu da değil, o isimlerin çok büyük bir bölümü, kendi dünya görüşleri ve fikirlerinin kayda geçmesinin hayatî bir hamle olduğunu biliyordu. Böylece Yunan dünyasının, Roma İmparatorluğu çatısı altına girişine kadar süren uzun bir dönem yaşanmıştı. Zaten Stuttard’ın kitabında işlediği zaman aralığı tam da buraya denk geliyor.
Tanrılar Çağı’nın kayıtçıları
Antik Yunan tarihiyle kişisel hikâyelerin iç içe geçtiği göz önüne alınırsa Yunan düşüncesinin, mitos’tan logos’a doğru nasıl şekillendiği daha rahat anlaşılır. Şunu söylemek istiyorum: Yunan dünyasının parçası her birey, öncelikle kendi dönemini temsil eder. Fakat olaya daha geniş baktığımızda Stuttard’ın kitabındaki tüm isimler, Yunan birliğinin vazgeçilmez bireyleridir. Hakkında olumlu veya olumsuz görüşler dile getirilmiş olsa da hepsi, kendisinden sonraki kuşakları etkilemiş ve yazarın dediği gibi ardıllarının “dünyaya bakışını şekillendirmiştir.” Örneğin en başta Hesiodos, Homeros ve Herodotos; bu üç ismin Antik Yunan tarihinde “Tanrılar Çağı” olarak bilinen dönemin kayıtçılığını yaptığı tartışmasız. Bu kayıtçılığın bir gelenek halini alması, Erken Batı Tarihi’nin kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan daha gelişmiş yazma alışkanlıklarının doğmasına kapı açtı. O gelenek olmasaydı Tiranlar döneminin “ustaları” Atina Tiranı Peisistratos’u ya da Samos Tiranı Polykrates’i ve Yunan düşüncesinin beşiği Miletos’un Tiranı Histiaios’u bu kadar ayrıntılı biçimde öğrenemezdik herhalde.
Stuttard’ın kitabındaki elli biyografi, bağımsız gibi dursa da etki anlamında alttan alta birbiriyle ilişkili. Uydurmaları, dedikodu ve fazlalıkları bir kenara koyduğumuzda Pythagoras, siyaset üstadı Kleisthenes ve kafayı Perslere takan Leonidas’ın hayatı, Yunan dünyasının kıvama gelmesinde etkiliydi.
Antik Yunan’ı bugün anladığımız biçime getirenlerin hayatlarına dair rivayetlerle bilgiler birbirine karışıyor olsa da Stuttard, tevatürlerin o dünyayı şenlendirmesinin yanında, gerçekleri araştırmak için itici güç oluşturduğunu da söylüyor. Yani Antik Yunan dünyasının, güvenilmez ve kaynağı belirsiz “verileri”, tıpkı efsaneler ve mitler gibi okunup bilinmesi gereken birer zenginlik.
Antik Yunan’ın kültürel zenginliği
Stuttard, incelemesinin kimi önemli noktalarını ortaya koyarken Antik Yunan dünyasının şekillenmesinde rol oynayanları sıralıyor. Bunlardan biri seçkinler. Tanrı mertebesine erişen bu grup, bazen bir devlet adamı, bazen bir şair, bazen de bir komutan olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla yazar, eski dünyanın bu seçkinlerin omuzlarında yükseldiğini ve o özelliğin biyografilere de yansıdığını belirtiyor. İkincisi erkekler; Stuttard, Antik Yunan’daki erkek egemen yapının etki alanını vurguluyor: “Yunan edebiyatında her hikâyenin sadece yarısının anlatıldığını asla akıldan çıkarmamak gerekir, zira bu edebiyatın büyük bir kısmı erkekler tarafından kaleme alınmıştır. Hem bu yüzden hem de Yunan toplumunun erkek egemen yapısı nedeniyle, Antik Yunan’da tarih ve biyografi yazıcılığı büyük ölçüde erkeklere odaklanır.”
Bilinen anlamda ilk biyografi yazarları olan Herodotos ve Thoukydides, Stuttard’ın değindiği erkek egemen Yunan toplumuna da biraz evvel bahsi geçen kayıtçılığa da iki güzel örnek. Hatta yazar, Thoukydides’in bir sözünü hatırlatarak hem kendi kitabının sınırlarını hem de konuyu genişletiyor: “İnsanların çoğu, kendi ülkelerininki de dâhil olmak üzere, gelenekler ne diyorsa aynen kabul eder ve hiçbir eleştirel değerlendirmede bulunmaz.” Bu cümlenin ardında yatan şey, insanların yaşadıklarının, geçmişle şimdi arasındaki bağlantılarını anlamlandırma çabasıydı.
Eski Yunan’daki efsane ve hikâyeler, kişilerin yaşam öyküleriyle beraber pek de sorgulanmadan kabul ediliyordu. Bunların doğruluğunun veya yanlışlığının dert edilmeye başlanması, yazının kullanılmasıyla eşzamanlı. Dolayısıyla gerçek anlamda tarihçiliğin ve biyografi yazarlığının boy vermesiyle sapla saman birbirinden büyük ölçüde ayrılır. Geriye gittikçe bulanıklaşan anlatıya, yazıyla beraber tekrar şekil verilir. Şimdiyi açıklamak için bakılan geçmiş, yazıyla ve özellikle Hesiodos, Homeros ve Thoukydides sayesinde derli toplu hale getirilir: Tanrılardan insanlara, iyilikten savaşlara doğru ilerleyen bir zamanın resminin çizildiği ilk Yunan tarihyazımı da böylece kayıtlara geçer. Bir başka deyişle mitostan gerçeğe kayış başlar. Stuttard’ın kitabı da işte bu iki keskin uç arasında dururken büyük oranda hakikatin tarafında saf tutuyor.
Yazar, Antik Yunan tarihinin öne çıkan isimlerini araştırırken olaylarla kişilerin yaşamları arasındaki bağlantıları; savaşlar, şehir devletlerinin yapısı ve yönetimi, sanat ve düşünce ortamı gibi gerçeklikleri es geçmiyor. Bugün olumsuz anlamda kullanılan tiranlığın, Antik Yunan’daki âdil ve halkın güvenini kazanıp demokrasiyi doğuran kişilikleri ele alırken onların yaşamlarından kesitleri de gözler önüne seriyor. Bir yandan hayvancılıkla uğraşıp diğer taraftan Attika’nın ekonomisini düzelten Peisistratos’un hayatı buna bir örnek. Sappho’nun, Antikçağ kadınlarını ve aralarındaki ilişkileri yansıtması ise hem Tiranlar Çağı’ında dikkat çeken bir hayat hikâyesi hem de erkek egemen bir toplumda öne çıkan kadın şairi gündeme getirmesiyle aykırılık barındırıyor.
Stuttard’ın hazırladığı biyografilerden anlaşılacağı gibi Antik Yunan, sanatın, savaşın, felsefenin ve bilimin birlikte yürüdüğü bir dünya. Kitaptaki isimlerin çoğu, tek bir alanla sınırlı kalmadan aynı zanda düşünür, bilim insanı ve sanatçı olarak karşımıza çıkıyor. Bu da uygarlığın kültürel anlamdaki zenginliğini gösteriyor. Aslen bir matematikçi olan, mistik ve Şaman Pythagoras’ın Sokrates, Platon ve Aristoteles’in felsefi söylemini etkilemesini de bu zenginliğin bir parçası sayabiliriz.
‘Pervasız şiddet’ ve ‘yurtsever bir cesaret’
Stuttard’ın kitabı, Antik Yunan’ın içinde hikâyeler barındıran tarihinin, yaşarken yazıldığını da gösteriyor. Savaşın, siyasetin ve fikre dönüşen düşüncenin, sürekli kayıt altına alınıp sonraki kuşaklara en hızlı şekilde aktarılması biyografilerde önemli yer kaplıyor. Üstelik bu kayıtlar ve biyografilerde destansı bir hava var. Savaşçı kral Leonidas, şair Pindaros, tragedya yazarı Aiskhlos, tragedya yazarı ve siyasetçi Sophokles, böyle bir tarihyazımına katkı veren isimlerden sadece birkaçı. Burada Stuttard’ın, devlet adamı ve komutan Perikles için kaleme aldığı satırlara ayrıca bakmak lazım:
“Beşinci yüzyılın ikinci yarısında Atina siyaseti birbirine taban tabana zıt iki yönelim sergiliyordu. İçeride demokrasiye bağlılığını kanıtlamış olan Atina, dışarıda emperyalist bir siyaset izlemekte sakınca görmüyordu. Muhalif sesleri bastırmak için giderek daha fazla şiddete başvuruyor ve sözde müttefiklerinden gelen parayı kendi nüfuzunu artırmak için kullanıyordu. Şehri bir nesilden daha uzun bir süre yöneten ve siyasetini şekillendiren Perikles de benzer biçimde, iki karşıt ucu kendi kişiliğinde birleştirmişti. Bir yandan gücünü Halk’tan alıyordu (tasarılarını gerçekleştirmek için Halk’ın desteğine güveniyordu), bir yandan da Alkmaionid ailesine mensup bir aristokrattı. Nadiren halkın arasına karışıyor, gerçek hislerine sonuna dek sadık kalmaya büyük özen gösteriyordu. Muhtemelen yaşadığı süre boyunca -ve hiç şüphe yok ki ölümünün hemen ardından- o denli olağanüstü biri olarak görüldü ki hüküm sürdüğü tarihsel döneme Perikles Çağı adı verildi.”
Antik Yunan’ın ağır isimlerinin temel derdi, sadece gününü değil geleceği de düşünmekti. Bu nedenle kayıtçılık hayli ilerlemişti. Tarihçi Thoukydides, yalnızca onu dinleyenlerin gönlünü fethetmek için değil, aynı zamanda ileride dönüp bakılması amacıyla kaleme sarılmıştı. Gösterişten uzak ve geleceğe seslenen metinlerle Antik Yunan’ın dünyaya sunduklarını dillendiriyordu. Onun “bakî kalma isteği”, Peloponnesos Savaşı’nın yazarı olarak anılmasıyla hayat bulmuştu. Yine Stuttard’a kulak verelim:
“Thoukydides, kendi Tarih’ini Herodotos’unkinin bir karşıtı olmak üzere yazmıştı. Bununla birlikte, savaşın evvelce geçerli ahlak ilkelerini nasıl erozyona uğrattığını göstermeye çalıştığından, eserine ister istemez felsefi bir hava da hâkimdir. 413’te Atina’nın Trakyalı müttefiklerinin Mykalessos’ta bir okula girerek bütün çocukları katletmesi gibi vahşi şiddet olaylarına dikkat çekmesinin yanı sıra derin felsefi değerlendirmelere de uzun sayfalar ayırır. 427’de Korkyra’da yaşanan iç savaştan bahsederken ahlakın ve hatta kelimelerin anlamlarının bile mevcut duruma göre nasıl değişkenlik gösterdiğini, daha önce ‘pervasız bir şiddet’ olarak adlandırılan şeyin şimdi ‘yurtsever bir cesaret’ olarak övüldüğünü belirtir (…) Thoukydides’in yaşamı boyunca çalışarak ortaya koyduğu eseri tamamlanmadan kalmış olsa da tarih yazıcılığı üzerindeki etkisi büyük oldu. Betimlediği olaylardan sadece kısa bir süre sonra yazılmış olmasına karşın, Thoukydides’in üslubu bu olaylar hakkında uzun uzadıya düşünüp taşındığı izlenimini uyandırır. Kendisinin de belirttiği gibi eserini herkes tarafından (ve her daim) okunmak üzere kaleme almıştı. Fakat Peloponnesos Savaşı ve sonuçları, kitlesiyle daha doğrudan ilişki kuran edebiyat türlerini de etkilemişti.”
Geçmişten geleceğe seslenen bir kitap
Antik Yunan’ın yazılı tarihiyle birlikte bir de yazısız tarihi var ki bunu temsil eden isimlerin başında, hiç eser bırakmayan ve çağdaşı tarihçilerin kendisinden üstünkörü bahsettiği Sokrates geliyor. Bazı muğlaklıklara rağmen Stuttard, onun Atina demokrasisine getirdiği eleştirilere ve ölümünün ardından yaşananlara değiniyor:
“Çoğu entelektüel gibi Sokrates de Atina demokrasisine bir nebze şüpheyle yaklaşıyordu. Platon’un diyaloglarında, onun sık sık yakındığına tanık oluruz çünkü ona göre insanlar niteliksiz zanaatkârlara güvenmediği halde, Meclis’te ve mahkemelerde önemli meseleleri uzman olmayanların onayına sunmakta hiçbir sakınca görmüyordu. Bununla birlikte, göreve çağrıldığında şehrinin ateşli bir destekçisi olduğunu da gösterdi (…) Akıllı geçinen herkesi uluorta sorguya çekip fikirlerinin hangi temellere dayandığını ortaya çıkarmaya çalıştı. Bu amaçla uyguladığı ve elenkhos adıyla bilinen yöntem, bir önermenin birbiriyle bağlantılı bir dizi soruyla sınanmasından oluşuyordu ve her defasında önermenin çürütülmesiyle sonuçlanıyordu. Bu yüzden Sokrates’e ‘atsineği’ lakabı takıldı, zira büyükbaş hayvanlara musallat olan atsineği gibi o da insanları rahatsız ediyordu. (Hiç şüphe yok ki) yine bu yüzden, kendilerini aşağılanmış hisseden kurbanları ona karşı kin besledi (…) Sokrates’in asıl etkisi ölümünden sonra hissedildi. Yargılanma ve idam edilme şekli, takipçileri üzerinde derin bir etki bıraktı. Kimilerine göre bu, bir önceki yüzyıla damgasını vurmuş Atina demokrasisinin işlediği en büyük suçtu.”
Komutan, propagandacı, idareci ve Yunan kültürünü uzak diyarlara taşıyan Büyük İskender ise Antik Yunan tarihinin en önemli parçalarından birini oluşturuyor. Stuttard, onun için “Yunan ufuklarını alabildiğine genişletti ve ardından gelecek fatihin kendi başarılarını kıyaslamak zorunda kalacağı yeni bir mihenk taşı oluşturdu” diyor. Buradan hareketle, Antik Yunan’ın, dünya tarihi için bir mihenk taşı olduğunu söyleyebiliriz.
Stuttard’ın kitabındaki biyografiler, Yunan olmanın ne anlama geldiğini açıklarken bunun taşıyıcılığını da Yunancanın yaptığını gösteriyor. Romalı seçkinlerin bile benimsediği bu dil, Yunan kültürünün hangi noktalara vardığının da bir kanıtı.
Stuttard, mevzunun membaına yürüyüp konuyu görsel malzemelerle besleyerek gerçeklere dayanan bir hikâye anlatıyor kitabında. Böylece bugün bile atıf yapılan, her an yeni keşiflerle hiç ayırdına varılmamış ayrıntılara ulaşılan Antik Yunan dünyası hakkında çok geniş ve tek alanla sınırlanmamış bir kitapla buluşuyoruz.
Stuttard, öncüllerinin yaptıklarını sahiplenirken onların ortaya koyduklarını bir adım daha ileri götürerek tıpkı Antik Yunan dünyasındaki halef-selef geleneğinde olduğu gibi kendisinden sonra, bu döneme el atmaya niyetleneceklerin referans göstereceği bir araştırma bırakıyor.
Antik Yunan Tarihi, David Stuttard, Çeviren: Erdem Gökyaran, Yapı Kredi Yayınları, 288 s.