“Arayışımın devam ettiği geceleri özlüyorum. Şimdilerde sadece zihnimi oyalıyorum. Çünkü çok fazla konuşuyor ve ne zaman çenesini kapamasını söylesem haklı olduğunu hatırlatıyor.”
Ve sen, bazı akşamları hatırlatıyorsun bana. Bazı geceleri ve bazı sabahları… Fincanımdaki kahve kokusunun duvarlara sindiği, sokak başındaki çöplüğün dibinde durmadan mırıldanan kedinin bile sustuğu, karşı apartmanın bütün ışıklarının sönük olduğu ve şehrin huzursuzca uyuduğu gecelerden birinde, gözlerimi kapatıp bu çürük mavi dünyadan uzaklaşmak yerine oturmuş o günleri düşünüyorum. Çünkü o şarkıları dinliyorum. Senin, arasına bir katilin soluğu kadar naif olan sesini sıkıştırdığın o şarkıları.
Ah, dostum! Nasıl da özlüyorum sahte ölümlerimizi. Ve burnumda tütüyor, kendimizi gerçekten yaşadığımıza inandırdığımız o anlar. Biliyorsun, o zamanlar gerçek olan pek bir şey yoktu. İnandığımız şeyler vardı yine de. Ve fazlasıyla insandık o zamanlar seninle. Yeterince aptaldık, durmadan hayıflanıyorduk, sahte şeylerin acısını çekmek için can atıyorduk ve acı çekerken herkes gibi birbirimizi taklit ediyorduk. Ruhlarımıza renksiz iğneler batırıp çığlıklar atıyorduk.
Sen, yüzlerce sayfa şiir ezberlemiş bir ahmaktın, bense yüzlerce satır şarkı ezberlemiş bir gerzek. Ezberlediğimiz her harfin saç tellerimizde izi kaldı zamanla.
Geceleri ışığı açmazdık hiç, hatırladın mı? Işık düşmanımızdı sanki. Kendimize ait karanlıklarımız vardı çünkü. Gecelerimizi birer yıl gibi yaşardık. Ve her sabah kirpiklerimizde önceki geceden kalıntılar olurdu. Yağmur yağmasa bile…
Sabahları mutfaktaki tek bacağı çatlak masaya karşılıklı oturur, ikişer bardak çay içer ve ekmeğimizden daha kuru olan beyaz peynirimizi sakince yiyerek derin derin iç çekerdik. Beyaz peynirden fazlasını istemedik hiç. Aç uyuyan çocuklardan daha tok olmak istememiştik hiçbir zaman. Bu yüzden her kahvaltımızın son lokması bir damla gözyaşı olurdu.
Kahvaltıdan sonra biraz hüzünlenirdik. Ben, pencerenin önünde duran tekli koltuğa oturur ve dünyanın en acıklı şarkılarından birinin kulaklarımdan içeri girip ruhumu çekerek dışarı çıkarmasına izin verirdim. Ardından önüme yığılmış ruhumu alıp üzerime giyerdim. Ve benim için güneş o an batardı.
Sen de hiçbir zaman toz tutmayan kitaplığa gider, içinde duvarlara yazdığın satırlardan bir kaçını barındıran bir kitabı alır ve rastgele bir sayfasını açarak kitaplığın önüne oturup sesli biçimde okurdun. Ağzından çıkan her cümleyi önce çiğner, yutar sonra sarf ederdin.
İşlerimiz vardı. Ruhumuzu satmayacak kadar para kazanmalıydık. Şarkılar ve şiirler bitince evi terk edip birer insan gibi saatlerce alakasız işler yapar, kendimizi tüketip para kazanırdık. Elbette zihinlerimiz buna kapılmazdı. Yine de günün belirli saatlerinde başkaları gibi yaşardık. O saatler gökyüzü gri olurdu.
Gökyüzü kendine geldiği zaman mesai bitmiş demekti. O sahte hayatlarımızı bir kenara bırakıp koşarak kendimize dönerdik. İşten sonra seninle sessiz yürüyüşlere çıkardık dostum, hatırlıyor musun? Her seferinde daha önce girmediğimiz bir sokak arar, daha önce gitmediğimiz kadar uzağa gitmeye çalışırdık. Üstelik bazı günler bunun için yürümemiz bile gerekmezdi. Yalnızca gözümüzü ufka dikip bedenlerimizi terk ederdik. Ancak dönüş yolları her zaman sancılı olurdu.
Şehirde yokuşlar yoktu dostum, biliyorsun. Ancak yokuşların olmayışı düşüşler yaşamayacağımız anlamına gelmiyordu. Çoğu günler sertçe yuvarlanırdık. Ayağa kalkmamız bazen birkaç dakika, bazen birkaç ömür sürerdi. Ne zaman kendimizi toparlasak bir bacağımız seğirirdi. Bedenlerimiz öyle yara bere içinde değildi. Fakat ay ışığında dahi görünmeyecek kadar kirliydik.
Bazen de oyunlar oynardık. Eğer bir gün boyunca tek kelime etmeden durabilirsek, ödül olarak yükseklere çıkardık. İnsanlara, çıkabildiğimiz en yüksek noktadan bakar, büyük hayranlık beslerdik. Sonra kendimizi o yükseklikten boşluğa bırakırdık. Şanslıysak gökyüzüne dokunmayı başarabilirdik. Üç kez dokunabilmiştin dostum, unutmuyorum.
Bütün bunları büyük bir keyif ve uyuşuklukla yaşadık dostum. Ardından bir şeyler ters gitmeye başladı. Güneş hiç batmaz oldu, acı çektik. Ağaçlar bizden kaçıyordu dostum, nereye gidiyorlardı? Peki ya gökyüzü, neden kapatmıştı gözlerini sıkı sıkıya? Bir sabah ya da bir akşam – ayırt etmek mümkün değildi- ruhlarımızla oynayıp durduğumuz bu odaya göz gezdirdim. Her şey olduğu gibi duruyordu. Kitaplıktaki kitaplar umursamaz, duvarlardaki yazılar saldırgan, boşlukta dolaşan o melodiler bıraktığın gibi masumdu. Anlayamıyordum. Her şey eskisi gibiydi. Ancak ne sen kitaplığın önünde oturuyordun ne de ben pencerenin önünde duran koltukta seni izliyordum. Tavanın boyası bile eskisinden daha eski halde değildi. Her şey aynı görünmesine rağmen, odanın tam ortasına adım attığım an bir şeyler hatırladım. Değişmeyen şeyler de hatırlanırdı dostum. Ardı ardına birkaç kelime yankılandı zihnime doğru;
“mutluluk, sevgi, hüzün, karanlık, ekmek kırıntısı, penceredeki buğu…”
Zihnimin duvarları olsaydı bu kelimelerin şiddetiyle yıkılırdı. Her birini tek tek anımsadım, tekrarladım ve kulak memelerime dokunmalarına müsaade ettim. Vücudumdan süzülüşlerini unutmam mümkün değil dostum. Ancak aralarında bir isyancı vardı. Akıp gitmeyi ısrarla reddediyordu. Sorun ben değildim, bu odayı terk etmek istemiyordu. Önce göz kapaklarıma pençelerini geçirerek olası bir gülücüğe direndi. Şanslıydı ki yüzümde gamze yoktu. Olsaydı durmadan gülerdim. Gülmedim. Sonra göz kapaklarımı bırakıp sıkıca gözyaşıma tutundu. Birlikte yanağımdan aşağı, dudağımın kenarına kadar koştular. Yavaşça… Dudağıma ulaştığında artık çok geç olduğunu biliyordum. Gücünün farkına varmıştım. Ve karşısında yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Beni tamamen avucunun içine aldığını fark etmem fazla uzun sürmedi; çenem titriyordu.
O anda odaya yağmurlar yağdı. İki yıldırım düştü; biri sağ dizime, diğeri sol dizime. Dizlerimden aşağısı yoktu artık. Düşmedim, ulaştım. Başım artık yere daha yakındı. Ellerime baktım. Bir zamanlar senin isminle doluyken şimdi bomboş duruyorlardı. Boş duran sevilmezdi. Yeri yokladım. Bugün ellerim de şanslıydı. Yerde bir şeyler buldum. Hiç düşünmeden bulduğum her şeyi avuçladım. Her şey aynıydı. Başta kum taneleri sandım. Sonra gözlerim ve parmaklarımdan uzanan kan damlalarının yardımıyla tuzla buz olmuş bir cam olduğunun farkına vardım. Üçüncü yıldırım ense köküme düştü. Yok, değildi. Üçüncü yıldırımın ışığı avuçlarımdan iki kaşımın arasına yansıdığı an durdurdular dünyayı. Biliyordum. Kafamı kaldırıp bir kez daha odaya göz gezdirdim. Her şey aynıydı. Gözlerimi devirip avuç içlerime baktım.- avuçlarımı dikebilir miydim?-
Bir veda belirdi o kum tanesi olmayan cam müsveddelerinin ortasında. Sesini duyduğuma yemin edebilirdim ama dördüncü yıldırım hep kalbe düşerdi. Ben sesimi çıkarmadım. Sen nefesini uzattın o vedanın tırnağından. Aldık ve verdik neyimiz vardıysa. Ömrüm boyunca ilk kez cesaretimi toplayıp kendime fısıldadım. Avucumdaki ne kumdu, ne cam tozu- ne de senin adın-. Yalnızca intihar etmiş bir aynaydı. Hala elime batıyordu. Dördüncü yıldırım düşsün istemiyordum dostum. bu yüzden son kez- yemin ederim- kafamı kaldırıp odaya göz gezdirdim. Yanılmayı hiç bu kadar dilememiştim.
Dizlerimden aşağısı yoktu, ellerim üç çeşit kana bulanmıştı, yağmur dinmek bilmiyordu ve
Her şey aynıydı…