Bazen de susarız hayata kana kana!
Sustuğum yerlerden yazıyorum hayatımı.. Noktasından virgülüne ayrıntı atlamadan, düzenli, hastalık derecesinde titizlikle susuyorum. Başıma yemeni bağlıyorum. Evirip çevirip katlıyorum kelimelerimi. Rafların tozunu mis kokulu esanslarla alıp, bir bir özenle yerleştiriyorum. Uzaklaşıp baktığımda aralarında tek bir kelime bile asimetrik olsa hırsla ilerleyip elimin tersi ile alaşağı ediyorum! Sanki bir sinemada ağır çekimde beni izliyorlar. 60’larda Hollywood yıldızıyım. Film ise çok acıklı. Kırmızı koltuklarında oturanların ellerinde mendiller var. Çoğu çift olarak gelmiş güzel giyimli insanlar. Erkekler dahi tutamıyorlar kendilerini, eğilip kravatlarına ağlıyorlar. Film bitiyor, ardından sinemaskobun hışırtılı sesi kesiliyor. Yeni bir filme kadar susuyoruz yine. An geliyor içimde faşist bir diktatör şaha kalkıyor. Hizaya çekiyor sözcükleri, örgütlenip cümleleri oluşturmasınlar/ beni bana anlatıp isyan çıkarmasınlar diye. Eziyorum başlarını birer birer! Gün geliyor en olmayacak yerde/ anda isyan ateşi yakıyorlar. Barikatlar kuruyorlar benliğime. Karşı çıkıyorlar otoriteme, özgürlüklerini istiyorlar ! İsyan ateşinin sıcaklığına eğilip veriyorum gözyaşlarımı. Kısa sürede buharlaşıp gökyüzünü çıkıyorlar zamanı gelince yağmak üzere. İz kalmıyor, anlaşılmıyor. Hâlâ otorite bende!
Bir üzüntünü geçmeyeceğine inanmak hayatı dayanılmaz kılan tek şey herhalde. Neresinden tutarsan tut hiç bir benzerliğimiz olmayan insanlarla, bizi istesek de istemesek de ortak paydaya alan şey; hepimizin bir tür çıkmazda olup kendini kandırdığı gerçeğidir. Öyle ki bu; insanoğlunun evrensel bir hobisi haline geldi. Bu yüzden bir çoğumuz ekseriyetle gerçek mutluluğu/ mutsuzluğu bir kez olsun tatmadan sahnede mutluluk/ mutsuzluk oyunları oynuyoruz. Öyle ya da böyle zayıf görünmekten korkuyoruz. Güçlü değilsin ama güçlü görün! Çünkü yaşadığın dünya güçsüz düşmeye izin vermez. Sen olmana izin vermez… Aciz görünürsen ölürsün değil mi? Dünyanın sonu gelse daha iyi ! Ahh.. Bir şeye inat olsun diye değil de ben güçsüzüm mesela. Susarak bile. Sahi sen? Gevezelik ediyorum bakma kusuruma.
Susadıkça nereye kadar ‘sus’acağız derseniz ben de bilmiyorum inanın. Kana kana kelimeler içerek kendimize gelmek varken kökümüze kibrit çakıyoruz. Utanmıyoruz ateşlere yürüyoruz. Bahçemizdeki ağaçları tek tek kurutup; çiçek kokusundan burnumuzu, renklerinden gözlerimizi, aromalarından dilimizi, esintilerinden ruhumuzu serinletmekten mahrum bırakıp kendi cehennemimizi yaratarak Tanrı’ ya kafa tutuyoruz sanki, ne dersiniz? Kafa tutmakla kalmıyoruz toz tutuyoruz,kirleniyoruz üstelik. Birileri bizi rafa kaldırıyor büyük bir özenle. Birileri de ellerinde mendil ile izliyor işte. Birçoğu afişlerimize bakıp geçiyor, bir o kadarının haberinde bile değiliz. Yanıyoruz sönüyoruz bir yıldız gibi fakat küllerimizden doğamıyoruz. Şeffaflığımızı yitirirken gözden kayboluyoruz. Suarken yutkunuyoruz gözyaşlarımızı. Susarken yalnızlaşıyoruz. Tek kelime etsen yerle yeksan her şey.
Hülâsa ; herkes kendi görüntüsünün önünü süpürse, tozunu alsa yutkunmak nedir öğrenemezdik. Ağlarken yanaklarımızın dört bir tarafını denizlerle kaplar utanmadan çırılçıplak yüzerdik üstelik!
Bir üzüntünü geçmeyeceğine inanmak hayatı dayanılmaz kılan tek şey herhalde. Neresinden tutarsan tut hiç bir benzerliğimiz olmayan insanlarla, bizi istesek de istemesek de ortak paydaya alan şey; hepimizin bir tür çıkmazda olup kendini kandırdığı gerçeğidir. Öyle ki bu; insanoğlunun evrensel bir hobisi haline geldi. Bu yüzden bir çoğumuz ekseriyetle gerçek mutluluğu/ mutsuzluğu bir kez olsun tatmadan sahnede mutluluk/ mutsuzluk oyunları oynuyoruz. Öyle ya da böyle zayıf görünmekten korkuyoruz. Güçlü değilsin ama güçlü görün! Çünkü yaşadığın dünya güçsüz düşmeye izin vermez. Sen olmana izin vermez… Aciz görünürsen ölürsün değil mi? Dünyanın sonu gelse daha iyi ! Ahh.. Bir şeye inat olsun diye değil de ben güçsüzüm mesela. Susarak bile. Sahi sen? Gevezelik ediyorum bakma kusuruma.
Susadıkça nereye kadar ‘sus’acağız derseniz ben de bilmiyorum inanın. Kana kana kelimeler içerek kendimize gelmek varken kökümüze kibrit çakıyoruz. Utanmıyoruz ateşlere yürüyoruz. Bahçemizdeki ağaçları tek tek kurutup; çiçek kokusundan burnumuzu, renklerinden gözlerimizi, aromalarından dilimizi, esintilerinden ruhumuzu serinletmekten mahrum bırakıp kendi cehennemimizi yaratarak Tanrı’ ya kafa tutuyoruz sanki, ne dersiniz? Kafa tutmakla kalmıyoruz toz tutuyoruz,kirleniyoruz üstelik. Birileri bizi rafa kaldırıyor büyük bir özenle. Birileri de ellerinde mendil ile izliyor işte. Birçoğu afişlerimize bakıp geçiyor, bir o kadarının haberinde bile değiliz. Yanıyoruz sönüyoruz bir yıldız gibi fakat küllerimizden doğamıyoruz. Şeffaflığımızı yitirirken gözden kayboluyoruz. Suarken yutkunuyoruz gözyaşlarımızı. Susarken yalnızlaşıyoruz. Tek kelime etsen yerle yeksan her şey.
Hülâsa ; herkes kendi görüntüsünün önünü süpürse, tozunu alsa yutkunmak nedir öğrenemezdik. Ağlarken yanaklarımızın dört bir tarafını denizlerle kaplar utanmadan çırılçıplak yüzerdik üstelik!