Yine her zamanki gibi aynı duvarın önüne gelmişti. Kendini bu tenhadan alıkoyamayacak kadar ne yaşamıştı oysaki? Soğuk, kasvetli, bir o kadar müphem bu duvarlar onu her defasında bir dipsiz kuyuya savurmamış mıydı? Niye inatla elleri kanaya kanaya tırmanmaya çalışıyor, mütemadiyen düşüp acı çekiyordu?
Her sabah gelir; çırpınır, didinir gün sonunda bir çift parmak izini bırakır ve yoluna devam ederdi.
Gelir, iz bırakır, giderdi…
Gelir, gönlünü bırakır, giderdi…
Gelir, giderdi…
Gelgit…
Bir ulaşsa, bir tırmansa, bir geçseydi şu illet duvarı…Görebilecek miydi istediğini? Sahi ne istiyordu? Sancılarla boğuşup kendini değersiz minicik bir böcek gibi hissettiği her dakika soluğu burada almasının bir nedeni olmalıydı. Yoksa şu her adımında duyduğu sese yaklaşmak mıydı onu cezbeden? Peki bu denli yıkık dökük bir harabeden büyüleyici bir ses beklemek neden?
Son defa, bu son defa…Karar vermişti. Artık ulaşmış olmak için çıkacaktı. Bedenini yiyip bitirse de ruhunu buna adamıştı. Attı sağ adımını iki taşın ortasında bir oyuğa, uzattı sol elini yine ayağına mütevazi olacak şekilde. İşte! O ses… Attı sağ elini diğer elinden öteye. Ses anlam kazandıkça elini, ayağını bir hışımla taşların arasında raks ettiriyor, sanki bu sesle hemhâl oluyordu. Duvar kenarında öylece her şeyden habersiz geçen insanlara inat, onu duymayanlara, bir böcek gibi hissettiği anlara inat, KENDİNE İNAT tırmanıyor; kolunu, bacağını kendi arasında yarıştırıyordu. İşte, işte! Ulaşıyordu. Ne tırnaklarından akan kanı, ne kollarında kalmayan canı önemsiyordu. Attı son kez elini, tutundu duvarın yüksek düzlüğüne. Diğer eliyle ayağını kaldırdığı sırada tek tutulu kalan eli kaydı ve tüm bedeni aştığı tüm yolları bir hışımla gerisin geriye geçti. Kendini başladığı ilk noktada çakılı buldu. Gözleri yavaş yavaş kapanıyor, ellerindeki sızıntıyı artık hissetmiyordu. Bütün uzuvları işlevini yitirirken, kulağında o pek hoş ses git gide yükseliyordu.
Peki bir şey varken nasıl yok olurdu? Varlık yokluk muydu? Kulağında yükselen ses zihninde kayboluyordu. Ne ses, ne de beklentisini karşılayacak başka bir şey…Hepsi belirsiz bir yok oluş…
Her şey kendi uydurduğu bir beklentiler silsilesiydi belki de…Bir mal-i hülyaya dalmış; duymak istediklerini o ses, ulaşmak istediklerini o duvarın ardı bellemişti. Kendi duvarını kendi örmüş, onu aşamamanın yükü altında ezilmişti.
Gözleri iyice kapanıyor, başı yavaşça bedeninin yamacına doğru düşüyordu. Gözleri kısılırken en son gördüğü, parmak uçlarından süzülen kanlardı. Bulanıklaştı, bulutlaştı, buhar oldu öylece kırmızı…