Bundan sonra olanlar, içine sıkıntılı ruhumu sığdırmaya çalıştığım dolu küvetin tıpasını çekmemle başladı.
Dalgın gözlerim, ayaklarımın olduğu yönde gittikçe derinleşip genişleyen girdaba, aşağılarda bir yerlerde varlığından şüphe duymadığım deliğe sabitlendi.
Göğsümde dert bilip uzun süredir sallandırdığım kesikler, morluklar, darbelerden mütevellit yükler suyun kaldırma gücünden kurtulurcasına aşağıya sarktı, derim gerildi, bedenim ağırlaştı, varlığım ve doğurduğu sorunlar kendini acımasızca hissettirir hale geldi.
Var olmamın kalabalık tekillikleri kimine uygunsuz gelebilecek ihtiyaçlarla, yoksunluklarla, tercihlerimle birleşip üzerime yıkılıyordu. Bu yıkıntının altından kurtulamayacağımı, kabullenişlerime rağmen yukarıya doğru bağırdığımı fark ettim; “kimse var mı?!”
Alakalı alakasız pek çok şey önlenemez, kontrol edilemez şekilde birbiriyle ve adeta bedenimdeki tüm sinir uçlarımla ilişkiye girdi. Bu ağrılı üremeden mitolojik, karışık bedenli insanlar, mütemadiyen insan bedenli hayvansılar doğdu. Hayatımın sahneleri gözümün önünde antik bir tiyatroda sergileniyor; seyirciler kahkahalarla gülerken, ben sahne arkasında oynadığım drama neden güldüklerini merak ediyordum.
Küvetin içindeki su azalır, uyku beni benden alırken korkunç bir titremeyle yatağında sıçrayan, uykusu uyanıklığa hapsolan, tüm yorgunluğuna rağmen kendini gecenin koynuna salamayan biri, bir yabancıymışım gibi şiddetle yüzüme kapandı düşlerimin kapısı. Kapının karanlık tarafında kalmıştım. Kapının bu tarafında sıkışıp kalmaya alışıktım.
Köpüklü ve gözenekli suyun üzerinde yüzen dökülmüş birkaç saç canım gibi teslim olmuş, karanlık delikle sonuçlanacak girdaba doğru sarmalandığı kırmızı lekelerle sona doğru kayıyordu. Adını koyamadığım o doluluğun, beni aşağıya çeken, başımı döndüren içinden çıkamadığım savrukluğun imgesi ile küvetin gerçekliği üst üste binmişti. Gözlerim girdaba kapılmış saç tellerini izliyor, o karanlık boşluğa düşen yıllanmış saçlarım mı yoksa ben miyim artık ayırdına varamıyordum.
İkimiz adına sakin olmaktan, senin için herkes ve her şeye sabır gösterip çabaya girmekten, tekliğimde güttüğüm iki kişilik umutlardan, birilerine inanma mecburiyetinden, şimdi daha iyi fark ettiğim senin iç sesim haline gelmiş kadınsı fısıltılarından yılgın, kurtulmak için kararlıydım. Her şey daha katlanılabilir olabilirdi, bu cinnete gerek olmayabilirdi; sen gerek duymuş, önemsemiş, sen bana dair her konuda tembellik yerine en azından dikkat etmeyi becerebilmiş olsaydın. Uzun zamandır sadece üşüdüğümü hissediyordum. Sıcak kabuğumu alt eden soğuk rüzgârlar içimi kavuruyor, bedenim seni uyandırmak pahasına bozuk huzurumuzun ortasında kâbuslarla sarsılarak, sıtma tutmuşçasına titriyordu.
Ilık su içim gibi çekilişini sürdürürken güvensiz elim boynumda, bileğimde yaşadığıma dair can atışları arıyor, sana dair artık hiçbir ritmi olmayan bir kalbin ne kadar hafif, ne kadar telaşsız ve suskun olduğunu görerek şaşırıyordu. İhtişamı tükenmiş, vazgeçmiş bir volkan gibi parmağımın ucunda ölgün yatıyordu duygularım. Ölgün yatıyordu kokladığım tenin. Ve sen yanı başımda bende öldüğünün farkında bile değildin.
Dönülmez bir kirlenmenin içindeydik. Benliğimde senin yaşamana uygun atmosfer yoktu. Ruhumu bu kadar inceltenin çıplaklığım olup olmadığını tartarken küvetteki su azaldıkça yalnızlığımın arttığını anladım. Dışımdaki şeyler büyüyen girdabın gurultularıyla başka, karanlık, yoksun bir evrende sessizliğin, sensizliğin ve belki de bilinçsiz bir huzurun olduğu yere doğru göçüp gidiyordu. İçimden atmak istediğim ve içimde olmasını istediğim uzaklıklardaki isimler, onlarla yapmak ya da artık yapmaktan vazgeçtiğim fiillere kaydı aklım. Yüreğim zaten uzun zamandır bu sallanan fikirlerin, düştü düşecek giyotinin altında durmaktan yorgun, düşüncelerimin doğruluğunu tartmaktan bitaptı. Ölmeden her gün ölürcesine o giyotinin altında sana dair umutlarımı yaşatırken harcadığım enerjiye inanamadım.
Dün akşam yatağımızdan sonra ikinci kez, bu sefer zihnim ve yüreğimin ortasında koşturan sıfatsız, sinsi, bedensiz gölgeler telaşla fark ettiler kaymakta oldukları küvetteki bir başka deliği. Beni onlara bir isim vermeye mecbur bıraktıran, hayatı görmek için açık bıraktığım pencerelerden içeri dalan, musallat olan seçmeli zorunlu özneler kurtulmak için kaba saba çığlıklar attılar içimde. Pis bir gülümseme yayıldı yüzüme. Dünden sonra ikinci kez bu panikten haz aldım. Çaresizliğinde yiten kibrinin, böbürlenmekten aldığın hazzın korkak, kontrolü kaybeden şahsi, dayattığın katı doğrularının çırpınışını gördüm. Giyotinin ipi elimde, umudumun karanlığına ve bir ihtimal bu ayrılışın beni huzurla kucaklayacak olmasına hayret ettim. Senden daha sıcak ellerini ve açılmış kollarını hissettim yokluğunun. Dün akşam yapmayı uygun bulduğum ve bugün küvette devam ettiğim şey bu yüzden, bu umutsuzluğun bana gösterdiği aydınlık ayrılıktan dolayı yaşanabilir, yapılabilir geliyordu. Senden uzaklaştığımı, her adımda ferahladığımı hissettim. Senden uzaklaşmak için kendime ihanet ettim.
Beslediğim inançlar, şiddetime mahzar olmuş kırık şampuandan sızan mavi jelle ovulmuş kafamın içinden hiçte köpüklere yaraşmayacak karanlıklarla bedenimden ayrılıyor, küvetle ben arasındaki kesişime, olay ufkunun girdabına doğru yol alıyordu. Köpüklü sularda bana yol gösteren puslu ihtimaller atlasım aklımda yer gönlümde sökün eden çukura girmem, sınırı aşmam için bana güç verir gibiydi. Karanlıkların da yer kapladığını, bir insana, bir fikre, nesneye yaslanır, dokunur, öper, sevişirken arada boşluk zannettiğimiz şeyin aslında o şeyin okşadığımız karanlığı olduğunu, onun da bu ilişkinin kayıp menfaatçisi olduğunu son damla da küveti terk ederken anladım. O an sende gördüğüm şeyin sadece bu karanlık olup olmadığını düşündüm. Seni gerçekten görüp, sana dokunamadığım fikri korkunçtu. Banyoda kırılmamış tek şeyi, viski bardağımı savurup tuzla buz ederken “Seni görüyorum lanet olası!” diye bağırdım. O sendin, başkalarının aydınlığında kendini var kılabilen şekilsiz bir karanlık…
Suyu çekilmiş dağınık köpüklerin arasında bana kalanlar çıplak öfkem, yeni kırılmış kristal bardak, çatlamış şampuan, garip şekilli topuk taşı, rengarenk, şirinliklerinden eser kalmamış küçük sabunlar, lifli kese ve yırtılmış muşamba perdesinin bacağıma yapışmışlığıydı. Küvetin dışında yere fırlatılmış fotoğrafların tanışık yüzleri, kırık aynadan lavabonun içine düşen ışıltılı parçaların tavanda yarattığı ışık oyunları, aynanın ortasındaki çatlaklardan, yumruğumdan kalan izlerden sızan kurumaya başlamış kan akıntıları vardı. Yatağım hala dağınıktı, ev soğuktu, duvarlarda iki gün önceki son kavgamızdan kalan yankılar halen mevcuttu. Bu parçalanmışlığın, bu kendini savurmuşluğun, bu şehvetli öfkenin ortasında bana garip gelen, kararlılıkla zirvesine çıktığım deliliğimin dağlarında hâlâ ve ne yazık ki geride kalmış sana dair yolları gözlemem, dönüp geriye bakmam oldu. Ayaklarım kendi uçurumlarında bir toprağa bir boşluğa basıyor, bu dağın yolları hâlâ aşağıya inmeye, senin diline düşmeye meyilli birer tuzak oluyordu.
Küvetin kıyılarına vuran fotoğraflarda iç içe geçmişliğimin kesişen kümelerine oturmuş hâlâ konuşmaya çalışıyordun benimle. İkna etmeye çalışıyordun. Oysa umudu uzatmak ve acıyı fenalaştırmaktı tüm hevesin. Sen böyleydin. Solgun bakışlarımın önünden geçen sen’li ben’li fotoğraflara bürünüyor ve benimle olmayı değil, benliğimi kandırmayı arzuluyordun. Çözmek değil, biraz daha benim üzerimden yaşamak için bencilce erteliyordun verilmesi gereken ilişkimize dair son nefesi. Bana dair tüm umutlarımı tüketmiş olan sen bende sana dair bir umuda tutunma gayreti içindeydin resmen. Beni hayatında tutmak için bana ateş ediyordun; öldürmek değil her zamanki gibi sakatlamak, hayattaymışım, şanslıymışım gibi hissettirmekti niyetin. Bir kez daha yüzleştim sevimliliğine gizlediğin acımasızlığın, karanlığınla.
Artık umarsızca kullandığın bir hedef tahtası değildim. Geçti. Bu sefer hedef aldığın yerde yaşamıyordum. Sen istedin diye hayatta kalacak ya da ölecek değildim. Dün akşam ve şimdi adresimi karanlık bir girdaba emanet ederek, senin cennetinde kanatlarımı keserek aşağıya atladım. Gerçeğime çarpmak pahasına düşmek istedim. Rüyalarımın kapılarını bilinmeze düşmek için açtım. Ve senin olduğun dünyada ölüp başka bir dünyada canlanmak için sana dair umut vaat eden hayallerimin atardamarlarını kahkahalar atarak kestim. Huzur içinde düşüyordum. Benden fışkıran senin kaygılarındı artık, bana ait can ya da umutlarım değil.
Bir başka yer ve zamanın atmosferini tatmak, senin kâbusunda uyuyup başka bir rüyada uyanmak için bir diğerinin kiralık saçlarını okşuyordum dün akşam. Evet. Ona dokunduğumda çocuklukta duyulan özlemler gibi, yetişkinlere yaraşır beklentiler, yaş gözetmeden birbirine sarmalanmış büyük umut ve arzularla kenetlenmiş insanlara özenerek bir başka gerçeğe doğuyordum. Sana dair, herkes kadar, belki biraz daha fazla hissedilen, yaşanmamışlıklardan elimde kalmış, yemekten bıktığım bayat kırıntıları elimin tersiyle ittim o an. Seni artık, artık gibi yaşamak zorunda kaldığım için istemedim.
Hayatımın içindeymiş gibi bir takım insanların olduğu, hayatı yaşarmış gibi yapan acı gülümsemeli bir ben istemedim. Böyle yaşamak istemedim. Küçük kıyametimin her şeyi temizleyip yeşermem için uygun bir bereket bırakacağına güvendim. Ölümü düşündüm ve senin bana her seferinde açtığın süründüren yaralar yerine başkasında ölmeyi tercih ettim. Aynada kendimi görmeye dayanamadım ve geldiğim, senin beni getirdiğin görüntüyle kavga ettim. Yumruğumu kırılgan aynanın ağzına indirdim. Kararlılığımı ve öfkemin keskinliğini test etmek istercesine, ilk vuruşta parçalanan elimi ikinci bir yumrukla pekiştirdim. Ayna pes edip lavaboya akıttı bedenini. Utanmadan baktım sensiz geleceğe, utandım senli kırılgan geçmişimden. Fotoğraflarımızı saçtım yere. Üstlerine bastığımda ne kadar kaygan olduklarını, yaşananların çürümüşlüğünü, sana dair her şeye karşı yaşlanmışlığımı, naftalin kokusunu fark ettim.
Ruhumda gelgite uğrayan sıkıntı şişti ve bir kez daha küvetin çeperine yaslandı. Sigara içen bir başınalığımın kanayan eli zonklayan alnıma dayandı. Belki de ilk defa kıçımı kaldırmadan, yıpranmadan, törpülenmeden, kırılmadan, iki kişilik mücadelelerimi arkamda bırakarak farklı, paralel bir dünyadaydım. İçimdeki erkek dün akşam ki sahte isimli kadının saçlarına ellerini dolayıp kendine çekerken ilk defa bir diğerine, kendi cinsime karşı bu kadar kabalaştım. Çoklu vatandaşlıklar geliştiriyor o kadar çok sınır geçiyordum ki başkalarının şaşırdığı dilleri konuşur, başka coğrafyalarda ayak basılmamış yerleri tarif edip, deneyimleri tadar oluyordum.
Yeniden bir cinnet sardı benliğimi. Tanımadan geliştirilmiş bir anlayış, parasını ödeyerek yapılmış seks, isimlerimizi bilmeden gösterilmiş empati, insanın kirinden uzak ama kabul edilmekten yalıtılmış bir karanlıkta mutluydum. Hakkımızda hiçbir şey bilmezken her şeyin ne kadar gerçek, samimi olduğunu gördüm. Tekil bir hümanizmle sadece kendimle sarmaş dolaş oldum. Oysa ismini bile bilmediğim benim gibi bir kadını öpüyordum. Aynaya vurmadan önce bunun ne kadar hoşuma gittiğini ve senden ne kadar nefret ettiğimi düşünüyordum.
Hareketsiz, geçimsiz kelimelerin, cümlelerin vardığı bir benzerime dair varılan bu kanaatlerle seni ansızın terk ettim. Geride bırakmak için her şeyi yaptım ve başardım. Bunları yapabilmek için kendini inkâr edercesine, sana değil, asıl kendime, emek verip kazandıklarımla resmen ihanet ettiğimi, eksildiğimi biliyordum. Her dakika hissetmeden elinden kayıp giden ben, bana dair şeylerin yokluğuyla bozulan otobanda, bir türlü toparlayıp kaçamadığım, dolap dolusu uzun kollu, boğazlı, aşırı korumacı eşyayı bir bavula tıkıp önceki durakta bıraktım. Kendimde ilk onları, aşırı korumacılığımı özgür kıldım. Kimsenin korumasını istemeden çırılçıplak yaşamak ve sensizliğin tadını çıkarmak istedim. Unutmak istediğim bir senlik ve yeniden başlamak istediğim bir benliğin kesiştiği kümede yularımı sıkı tutma çabasındaki karanlık gölgeni keşfettim. Yerleştirilmiş, aslında beni bu köhne iskeleye bağlayan kalın halatı gördüm. Boynuma bir madalya gibi asılmış sorumluluk ve bilinç diye yutturulmuş bu tasmanın kızarıklıkları, ne yaşatan ne öldüren derin yaraları hâlâ üzerimdeki mührün gibiydi. İşte o an eğer bu kafa o halattan kurtulamazsa beni bu iskelede bağlı kalmaya bir kez daha ikna edebilirsin diyerek giyotinimin ipini çektim. O kafayı bir yenisini çıkarabilecek bir kertenkele ustalığıyla koparıp attım. Beni buraya bağlayan her türlü düşünceyi o girdaba, o küvetin deliğine yolladım. Kafamın yere düşüp yuvarlandığı o anda ne kadar uzun zamandır senin yanındayken bile sensiz uzak bir gezegen ya da ada hayali kurduğumu fark ettim. Neden bu kadar geç isyan ettiğime hayıflandım. Sevgin senin elinden çıkmış beni resmeden bir tabloya, asla senin şeklen olmadığın, darbelerini sevmemi beklediğin, bir müzede herkesin gözleri önünde yalnızlığa mahkûm ettiğin üzücü bir şahesere benziyordu.
T
ütünümden bir nefes daha çektim içime. Üflediğim kasvetli soluğa çizdim dün akşam ki dudakları, dumanımda şehvetle dans eden yabancı kadını, kiralanmış işini bilen eller ve gözleri. Külümü yerdeki fotoğraflara silkmekten çekinmeden bu kopuşun tadına varmaya çalıştım. Dişiliğimin tükendiğini, tükettiğini gördüm. İşte tüm bu şeyler yüzünden, kahrolası sen yüzünden bugün bu küvetten senin gözlerine delice, geleceğime sevinç dolu bir ışıkla bakarak herkes gibiymişsincesine fısıldayarak çıktım. Kırılmış aynadaki parçalı görüntüme bakıp fısıldadım; “Ben senden gittim sevgilim…”
Fabilog; http://fabilog.com/ben-senden-gittim-murat-dural/