Köşeyi döndü. Beşir’in bu sokağa ilk gelişiydi. İnsan kalabalığından dolayı sokağın ucu gözükmüyordu. İnsanlar diye geçirdi içinden.” Canım insanlar! Ne de güzel görmezden geliyorsunuz birbirinizi. Nasıl da birbirinize yakın ama ruhen de bir o kadar uzak yürüyorsunuz”. Birbirlerinin yüzüne dahi bakmadan geçip gitmelerine ve birbirlerine bu kadar kayıtsız kalmalarının verdiği şaşkınlık ile karıştı aralarına. Gözüne çarpan her insan Beşir’i ayrı ayrı düşüncelere sevk ediyordu. Hayatın da ilk defa gördüğü yeni yüzlerin onu bir takım düşüncelere sevk etmesine alışamamıştı henüz. Bu düşüncelerin ağırlığı altında eziliyor ama bunu yapmaktan da alıkoyamıyordu kendini. Saatine baktı. Evden çıkalı bir hayli olmuştu. Ama bunun ne önemi vardı. Evinde bir bekleyeni olmayan için saatin kaç olduğu ne anlam ifade ediyorsa Beşir için de bir anlam ifade etmiyordu. Yine de eve gitmeye karar verdi. Fakat buraya ne ara gelmişti? Hangi duyguların etkisinde kalıp ayakları onu buraya sürüklemişti? Ne diye eleştirmekten kendini alamadığı bu duygusuz sürünün içine karışmıştı? Belki kısa bir süreliğine insanlarla bir arada bulunsa onlar gibi hissedebilirdi. En azından iyi hissetmese bile kötü hissetmeyebilirdi. Bunun hiçbir işe yaramayacağını ta en başından bildiği halde denemişti. Belki de daha insani bir sebep bulamadığı için denemişti. Belli ki kötü hissetmesinin sebebi yabancı olduğu bu sokak ve sokağın yabancı insanlarıydı. Eve dönüş için sürekli kullandığı meydan ve sokaktan yürümeye karar verdi. Fakat bunun hiç bir işe yaramayacağını meydana varınca fark etti ve şunları geçirdi içinden; “Tanrım! Her gün milyonlarca insanın uğradığı bu meydan da o kadar yalnızım ki! Her gün üstünden yürüyüp geçtiğim bu sokağa bir o kadar yabancı. Geçip giden insanlar düşman gibi bakıyor. Sevimsiz bir yaratığa bakar gibi. Hepsinin yüzün de benzer bir ifade ve birazdan üzerime çullanacaklarmış gibi görünüyorlar. Kendimi hiç olmadığım kadar korumasız hissediyorum. Var oluşumdan beri bana eşlik eden bedenime o kadar yabancıyım ki. Güven endişesini dahi duymayacağım bir yerden kovulmuşum sanki. Kendimi kaybolmuş hissediyorum. Ne yana baksam uzayıp giden uçsuz bucaksız bir yol görüyorum.” Gördüğü yabancı yüzlerin onda bir takım düşünceler uyandırması başlarda ilgisini çekmişti. Hatta hoşuna bile gitmişti. Fakat bugün rahatsız etmişti. Başını öne eğdi ve hızlı adımlarla yürümeye başladı. Hiç kimseyle yüz yüze gelmek istemiyordu. Daha da önemlisi artık düşünmek istemiyordu. En azından bir müddet bunu yapmak istemiyordu. Bu sefer de attığı adımlarının genişliğini göz kararıyla hesaplamaya çalıştı. Daha sonra da Yasemin geldi aklına. Üniversiteye başladığı ilk yıl tanışmıştı Yaseminle. Açılmaya karar verdiği gün de dünya kurulduğundan beri bilmem kaçıncı defa tekrarlanan ve ilk defa söylendiğinde ki manaya gelen sözü söylemişti Yasemin. “Seni arkadaşım olarak görüyorum” sözü, bu sözün milyon hatta milyar yıl boyunca anlamı hiç değişmemiştir. Hiçbir anlam kaymasına düşmemiş ve o ilk anda söylendiğinde ki sihrini korumuştur. Taraflar hep benzer duyguları hissetmiştir. Yasemin de yüz yıllardır alışa gelen geleneği bozmamış “seni arkadaşım olarak görüyorum” demişti. Aynı zaman da uzakta tutmak istememişti. Hep böyle olmamış mıydı zaten? Beşir’i hoşlandığı tüm kadınlar arkadaşı olarak görmemiş miydi? Hatta hoşlandığı kadınların aksine tanıdığı bütün herkes… Ah zavallı Beşir! Ne vardı bu kadar iyi olunacak. Karşı taraf üzülmesin diye kendini üzecek kadar ne vardı? Karşılığı ise kocaman bir yalnızlık, insanlarla doldurulamayacak bir yalnızlık. Bunları düşünürken suratı şekilden şekle giriyordu. Eve vardı, bitkin hissediyordu. Güçlükle yatağa attı kendini. Bir müddet boş boş duvarları seyrettikten sonra kitaplıktaki Emrah Serbes’in Deliduman kitabı gözüne ilişti. Kitabı eline aldı ve kapağı inceledi. Mermere, kollarını iki yana açmış ve taktığı şapka ile yüzünü örten bir insanın resmi çizilmişti. Muhtemelen dans ediyordu resimde ki adam ya da kadın, karar veremedi. Bir bot, iki tane de silah mermisinden oluşuyordu kapak. “ Gösterişsiz bir kapak” diye geçirdi içinden. Kitabı açtı ve reklam koyulması gereken sayfaların boş olması dikkatini çekti. “Reklam yapmadığına göre yazarın ilk kitabı olmalıydı ya da kitaba gölge düşürmesin diye kendi kitaplarının reklamını dahi yapmayan bu adam acaba ne anlatmıştı” diye düşündü. Bir sigara yaktı ve hızlı bir şekilde sayfaları çevirmeye başladı. Kitap, on yedi yaşındaki Çağlar iyice’nin yaşam öyküsünü anlatıyordu. Bir müddet sayfaları çevirdikten sonra uykuya dalmayı başardı.
Sabah uyandığında midesin de bir yanma hissetti. Yanmanın sebebi akşam yediği yemekler değil, uyanır uyanmaz gördüğü rüyanın aklına gelmesiydi. Enteresan bir rüya görmüştü dün gece ve ancak masallar da anlatıldığında inanılacak türden bir rüya… Önce hayranlık uyandırıp daha sonra okumaya başladığında sırf uyumak için devam ettiği kitaba rüyasında kaldığı yerden devam etmişti. Rüyasında, kitabın ana karakteri olan Çağlar İyice, belediye başkanı olan dayısının imkanlarını kullanarak bütün terkedilenler ve kenarda kalanlar için toplu bir konuşma töreni tertiplemişti. Elinde mikrofon ve sıra ile herkese beş dakikalık söz hakkı tanıyordu. Beş dakikayı geçirenlerin de mikrofonun sesini kısıyordu. Beşir ise cümlelerini beş dakikayı geçmeyecek şekilde kafasında tasarlıyor ve efendi bir şekilde sıranın gelmesini bekliyordu. Nihayet sıra Beşir’e gelmişti. Sarf edeceği cümleleri önceden belirlemiş olmanın verdiği rahatlıkla mikrofonu eline aldı. Ve “insan kardeşlerim” diye söze başladı. Bu iki kelimelik cümleyi toplum önüne çıkıp söylediği an bünyesinde ne de çok anlam barındırdığını insanların yüzlerine bakınca fark etti. Çünkü, bu cümle hiçbir kimlik, cinsiyet ve sınıf ayrımı gözetmeksizin bütün insanlara hitap edecek kadar içten ve samimiydi. “İnsan kardeşlerim! Neden bana bu zulmü reva görüyorsunuz. Neden bende sizden biri gibi davranamıyorum. Normal olabilmek yahut sizin gibi olmak için daha ne yapmam lazım? Hiç bilmediğim kaç sokak yürümem lazım? Daha ne kadar bekleyeceğim beni görmeniz için. Anlamanız için. Yapmayın böyle insan kardeşlerim. Her geçen gün daha çok yalnızlaştırıyorsunuz beni. Daha çok uzaklaştırıyorsunuz. Uzun da sürmez bu biliyorum. Varacağım yer her neresi ise ve varılan bütün yerler bir bakıma en başa varmak için ise nedir bütün bunlar insan kardeşlerim! Oğuz Atayı küstürdünüz, hastanelere düştü kahrından. Sabahattin Aliyi ise sınırda sizden kaçarken vahşice öldürdünüz ve daha nicelerini, Y………………..…” cümlelerinin sonunu getiremeden uyanmıştı. Saatine baktı, sekize yarım vardı. Peş peşe iki sigara yaktı. Erkenden uyanıp akşama kadar uğraşıldığın da ancak halledilebilecek işlerin onu bekliyor olmasına karşın bir hayli durgun gözüküyordu. “Ruh sağlığım için insan içine çıkmamalıyım” diye geçirdi içinden. Daha sonra rüyasına kaldığı yerden devam edebilme ihtimali üzerine gözlerini yumdu.