Bir Çınaraltı
Acaba farkında mıdır bu muhacir kızı? Acaba farkında mıdır boynundaki ebem kuşağı rengindeki eşarbı, annesinin akşam ördüğü saçları ve inceden uzayıp giden vişneçürüğü renginde elbisesiyle onu uzaktan saatlerdir izlediğimin, farkında mıdır? İkindi güneşi ve uzaklardan esip gelen başak tozları ne de narin gösteriyor onu. Bu tazeliğini neye borçludur bu muhacir kızı, bu tazelik öyle bir tazeliktir ki ben burada bu köyde ben Mehmet Asıf sanki hiç olmayacak şekilde zambak kokuları duyuyorum. Köpeğim Gümüş hiç olmadığı kadar sakin ve ben bu sakinliğini tamamıyla muhacir kızına borçluyum. Arkamda duran yolu her sabah ben penceremden birkaç dakika izlerim ve o birkaç dakika da geçen arabaları sayabilirim. Ama oturduğum saatler boyunca hiç de motor sesi duymadım ben. Hava belki de bugün hiç olmadığı kadar açık. Bu ikindi güneşi günlerdir beni perişana çevirirken bugün nedense bir farklı vuruyor. Bugün gökyüzü tirşe renginde. Ve bu renk bana hiç olmadığı kadar yakın geliyor.
Bu kız bir şeyler biliyormuşçasına bakıyor etrafa, bir şeyler biliyormuşçasına eşeliyor kuru toprağı. Buraların insanı pek de cana yakın değildir. Ama bu kız sanki şu an kalkıp yanına gitsem bana “merhaba” diyecek gibi eşeliyor toprağı. Belki de her şeyin farkındadır bu muhacir kızı. Belki o da bu çınarın altında çokça güzel vakit geçirmiştir. Biliyordur buraların yabancısı olduğumu. O da biliyordur buralara yaz geldiği zaman karşıda duran dağlara gökten zembille bir kurutucu rüzgar indiğini. O da bundan rahatsızdır elbet. Kim bilir belki bu rahatsızlık onu bu ikindi güneşinde evinden etmiş ve kendini toprağa attırmıştır. Benim gibi boş boş gezmiyor ya.
Benim buraları pek iyi bilmememe rağmen az buçuk öğrenmişliğim vardır geçen vakitle birlikte. Evimin az ilerisinde bir köy kahvesi vardır. İnsanı pek samimi değildir buranın. Hele ki yaz vakti. Yoldan az buz arabalar geçer ve ben her sabah bu arabaları izlerim. Komşumun kümesindeki tavukların yumurtaları da pek bir başkadır. Bir de köpeğim vardır. Her sabah eşlik eder bana. Köy kahvesine giderim. O da gelir. Köy kahvesinin sahibi pek bir asabidir. Pek konuşmaz, selam dahi almamışlığı vardır. Ben ve diğerleri buna aldırış etmeyiz. Kahvenin karşısı ise yeşilliktir. Benim bu yeşilliğe dalmışlığım hiç şüphesiz defaatle olmuştur. Bu yeşillik bana kim bilir neleri düşündürtmüştür? Ardından iki koca adam gelir. Eskimiş gömlekleri ile nar bahçesinin önünde beklerler. Bir sigara yakarlar. Ve bir araba birkaç dakika sonra onları alıp gider. Bu yoldan geçen nadir arabalardandır bu araba. Ve her sabah aynı vakitte geçer kahvenin önünden. Kahvenin elli metre sağında da bir ev vardır. Bu ev benim oturduğum yerden görünür hem de öyle bir görünür ki; karşısında ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar vardır. Arada bir kadın çıkar ellilerinden hallice, halılarını döver. Ve bu durgun şimdilik güneşsiz ılık havada o tozları isteseniz görebilirsiniz. Ve bu durgun havada o çamaşırların elbet kurumamışlığı vardır. Çokça kurumuşluğu da.
Ben kahveden ikindi vakti kalkarım uzaklardan bir ezan sesi gelir tam da o sıra. Arabalar için yapılmış ancak arabadan çok insanın geçtiği o yolda ikindi güneşi kendini göstermeden ben evime varmayı hedeflerim. Varamazsam da elbet bulurum bir çınar altı.
Bugün de bulmuştum bir çınar altı. İleride güneş dağların arasını yayvanlaştırıyor ışık dalga dalga pek de bir isteksiz bir şekilde yayılıyordu. Bu çınar susuz kalmıştı. Köpeğim Gümüş gibi. Çantamda duran eşeklik edip sadece kendim için aldığım suyu çıkarıp Gümüş’ e içirdim. Çınarı da sulamak isterdim. Bu durgun hava, bu belli belirsiz sıcak hava onu mahvetmişti. Kim bilir o da belki biliyordu artık son günlerini yaşadığını. Ardından işte o muhacir kızı geldi. Uzaktan görünen vişne çürüğü elbisesiyle. İşte ben o dakika belki de ilk kez vişneçürüğü rengini bu kadar çok sevmiştim. Belki de bu ikindi güneşi altında çokça içtiğim birinciler ilk kez böyle bir keyif veriyordu bana. Ben emindim bu kızı sadece ben seviyordum böyle. Bu muhacir kızına vişneçürüğü renginin bu kadar iyi yakışacağını bir ben biliyordum. Bir ben biliyordum o ebem kuşağı rengindeki eşarbın onu bu kadar narin göstereceğini. Ve ben emindim ki o eşarp nar çiçekleri kadar taze kokuyordu. Bir ben biliyorum o ellerin ne kadar toprağı eşelese de bozulmayacağını.
Biliyordum birazdan gidecekti. Çünkü ben biliyorum ki bu kız akşam yemeğinde anasına yardım edecekti. Eve gidecekti, boynundaki eşarbı çıkaracaktı. Ardından o bozulmamış elleriyle soğan doğrayacaktı. O bembeyaz masa örtüsünü o güzelim bembeyaz masa örtüsünü masaya serecekti. İçeriden anası seslenecekti belki sonrasında acele et diye. Tabakları dizecekti. Sonra oturacaktı o sofraya. Ve belki de o karşısında duran babası ona hiç sarılmamıştı doğduğundan beri. O baba sofrada çok laf etmeyecekti. Yemeğini yiyecek ve teşrin vakti işlerinin nasıl olacağını düşünecekti. Anası da yorgundu. Belki de saatlerce halı dövmüştü. Belli ki komşularıyla içtiği çay onu dinlendirmemişti. Bir de ablası olabilirdi. Bu abla öğretmen olabilirdi. Ve arada sırada tatillerde gelirdi eve. Özlerdi muhacir kızı ablasını, eskiden onunda geceleri çokça muhavere ederdi. Şüphesiz bu gece edecekti. Peki bu muhacir kızı beni düşünecek miydi? Bir kez olsun aklına getirecek miydi? Beni ablasına anlatacak mıydı? Bense bunların cevabını biliyordum. Biliyordum ve bir başağın rüzgarda salınışı gibi sallana sallana önümde duran yolu tepiyordum.
- S. Buğra Bekdemir